
Dünya küreselleşmenin arttığı neoliberal bu dönemde yeni bir fetih çağına tanıklık ediyor. Tarihin klasik dönemlerinde devletler fetih yoluyla başka ülkelerin toprak ve zenginlik kaynaklarına el koymaya çalışırlardı. Günümüz modern dünyasında ise bu işi özel sermaye kuruluşları ve dev şirketler yapmaktadır. Fetihlerin yeni konusu ise bilincimiz, algılarımız ve düşün dünyamızdır artık. Bu yağmacı gruplar yen idünya düzeninin yasa koyucularıdır. Örgütlü cinayetler, mafyalar, salgınlar, nükleer tehditler bunların var ettiği sonuçlardır. Sömürü ve talan hız kesmeden devam ederken yeni ve büyüleyici kitle afyonları da toplumu kontrol etmeye devam ediyor. Ulus devletler ve bu devletlerin yöneticileri ise bu küresel hegomanya karşısında kendi değerlerini korumak bir yana bu sömürünün bir parçası olma yarışı içerisine girmişlerdir. Toplumsal, ekonomik ve kültürel anlamda küreselselmiş bu dünyanın yakın dönem düşünürlerinin kaleminden anlamaya çalışmak bizlere gerçeği görme ve sorunların doğru tanımlanması açısından Yardımcı olacaktır. Konuya var oluşumumuzu sorgulayarak başlayalım.
Sartre insanın özgürlük ve sorumluluğunu irdeler. Felsefesinin ana teması varoluşun özden önce geldiğidir. Sartre’a göre insanın önceden belirlenmiş bir özü yoktur. Kişi özünü özgür olarak ve seçimleriyle kendisi var eder. Sartre’a göre özgürlüğün var oluşunu inkâr etmek insana kolay gelir. Çünkü özgürlük ve sorumluluk tasa vericidir, katlanılamazdır. Düşünüre göre özgürlüğün var oluşunu inkâr etme ve sorumluluk almaktan kaçınmanın üç yolu vardır: Karar vermemek. Nesnel değerlerin ve bu seçimlerin doğruluğuna inanma ve kötü niyettir. Bununla Sartre kişinin üyesi olduğu sosyal sınıfın, mensubu olduğu etnik gurubun, benimsediği siyasi yapının eseri olduğunu öne sürmesidir. Sartre’a gerçekçi var oluş kişinin her ne ise o olmayıp, her ne değilse o olduğunun farkına varmasıyla mümkün olur.
Horkheimer insanın özgürlüğünü sınırlayan ve yabancılaşmaya götüren unsurlara dikkati çeker. “Araçsal akılcılık” tezi üzerinden “Akıl tutulması” adlı eserinde modernlik eleştiri yapar. Horkheimer batı felsefesinin tarihsel süreç içerisinde nesnel akıldan öznel akla doğru ilerleyip en nihayetinde araçsal akla geçtiğini belirtir. Ona göre araçsal akıl moderniteyle birlikte ortaya çıkmış aklın araçsallaşmasıyla iktidarların toplumu kontrol etmesi kolaylaşmıştır. Dış dünya bu aşamada amaçların nesnesi konumuna getirilir. İnsan öznesi böyle bir durumda gerçekliğe yabancılaşır. Hakikat bu aşamadan sonra bilinemez hale gelir. Hakikatten uzaklaşan insan insanlar arası ilişkilerini de amaçların nesnesi durumuna getirir. Bu da beraberinde yabacılaşan insanın bir değer olarak kaybolması gerçeğidir.
Adorno kapitalist modernitenin kitleler üzerindeki egemenliğini kültür eliyle gerçekleştiğini söyler. “Kültür endüstrisi” kavramıyla bunu açıklayan Adorno ekonomik aygıtı elinde bulunduran güçlerin teknolojiyi toplumsal denetimin aracı olarak kullandıklarını belirtir. Sinema, reklam, medya gibi kitle iletişim araçları kişiyi şekillendirir ve kapitalist sömürüyü benimsemelerini kolaylaştırır. Adorno’ya göre bireyin günlük yaşamdaki ağır ve sıkıcı monotonluktan uzaklaştırılması bireyi düzenin yıkıcı unsurlarından zihinsel uzaklaşma yaşamasıyla mümkündür. Fakat bireyin bir nevi bu kaçışı gerçek bir kaçış değildir. Bireylerdeki çalışma azimlerinin yeniden oluşturulmasına hizmet eder. Adorno XX. Yüzyılda insana tümüyle yabancılaşan kültür alanı yerine eğlence faktörünün kullanıldığını söyler. Bireyler bir takım yapay hazlar sunmak suretiyle hakikat gölgelenir. Bu durum ütopik bilincin yok edilerek bireylerdeki tepkisel enerjinin eğlence yoluyla sömürülmesine neden olur. Adorno buradan çıkışı entelektüel bir araçla yani sanatla ortaya çıkarılacağını belirtir.
Baudrillard 1970’lerden itibaren yeni bir dönemin başlangıcını haber verir. O 1970’li yılların ortalarında modern öncesi sembolik toplumlarla modern kapitalizm arasındaki kopuş kadar radikal bir bölünmenin yaşandığını iddia eder. Bu tarihten sonra artık simülasyona dayanan pos modern toplumun ortaya çıktığını savunur. Baudrillard bu yeni dönemi genel olarak şu kavramlarla açıklar.
Simülasyon: Baudrillard simülasyon ile günümüz pos modern dünyanın gerçek bir toplumdan ziyade imajların gerçek somut olanın yerini aldığını sanal bir gerçekliğin hüküm sürdüğünü vurgular. Gerçek ihtiyaçlar yerine sembol ve imajlar satın alıyoruz. Maddi ihtiyaçtan çok arzuların tatminini sağlıyoruz.
İçe göçüş: Bu kavramla Baudrillard toplum ve kültürlerin özerk alanlarının silindiğini farklılıkların kalktığını dikkati çeker. Ekonomi, politika, cinsellik alanlarının birbirlerinin içine göçtüğünü sanal bir anlam dünyasının var edildiğini söyler.
Hipergerçeklik: Burada Baudrillard kişinin gerçek ile olan bağlantısını kaybedişini anlatır. Ona göre günümüz dünyasında doğruyu yanlıştan ayıran ölçüt büyük hasar görmüştür. Yüzey ile derinlik, gerçek ile hayal arasındaki ayrım yok olma noktasına gelmiştir. İnsan sürekli değişim içindeki anlamsız ve gerçek dışı dünyada yaşamaktadır. Medya, eğlence, tv, sinema vb. unsurlar hipergerçeklik yaratmıştır. Birey medya ile tüketim toplumunda imajın, sembolün sanal gerçekliğin tuzağına düşmüştür. Simülasyon evreni içinde yollarını yitiren bireyler medyanın anlamdan yoksun mesajlarına boğulmuştur. Özgürlüğün öldüğü bir kitle çağıdır bu.
Neo-liberal küresel kapitalizmin bireyi ve toplumları sürüklediği günümüz dünyasını bu düşünürlerin felsefesinden anlamaya çalışmak bu sürüklenme noktasından çıkış bulmak kadar önemlidir. Sorunları tarihin ve felsefenin penceresinden bakarak doğru tanımlamak bireyin kurtuluşunda dayanak noktası oluşturması açısından zorunlu ve gereklidir. Tartışmamıza konuk ettiğimiz bu düşünürlerin çağımızı tanımlama çalışmalarında ağırlık merkezi batı toplumları olsa da küresel kapitalizmin yaratmış olduğu benzer yaşam koşulları genel olarak bütün dünya toplumlarını kapsamaktadır. Burada farklı olanın altını çizdiğimizde sermaye sahiplerinin küresel sömürüde yerel politikacılarla oluşturdukları sömürü aygıtlarının niteliğidir. Uluslar arası küresel kapitalizme öteden beri entegre olmuş Ülkemizde de durum çok farklı değildir. Küresel sermayenin belirlediği koşullarda kendisine hareket alanı oluşturan bir ülke konumu olma hali devam ediyor. Çoğu zaman kendi kalıplarının dışına çıkma hayalleri sürekli tekrarlanan tarihsel süreçlerinin kısır döngüsüne takılmaktadır. Kadim bir tarihe sahip olan bu coğrafya, günümüz batı modernitesinin temelini teşkil eden buluşlara, icatlara ve kültürel zenginliklere bir nevi ev sahibi konumunda olsa da günümüzde bunun kazanımlarına batı medeniyetinin sonuçları üzerinden ulaşabilmiştir. Gelinen son noktada ise dışarıda küresel kapitalizmin, içeride gerici yerel yönetimlerin baskısı altında ezilmektedir.
Küresel kapitalist akıl iç ve dış sömürü koşullarına meşruiyet kazandırmak ve bu sömürüyü devam ettirebilmek için çok yönlü bir kuşatma stratejisi izlemektedir. Özelde bireylerin, genelde toplumların sahip olduğu bilinçte yanılsama yaratma çabaları günümüz dünyası için başarılı olmuş gibi gözükmektedir. Bilinç yanılsamasına maruz bırakılan kitleler okyanusun ortasında rüzgârın ve dalgaların keyfiliğine göre yol alan yelkenli gemiler gibi savrulmaktadır. Sartre, Horkheimer, Adorno ve Baudrillard’ın felsefelerinden öğrendiğimiz de budur. Bu noktada bilinç nedir nasıl yanılgıya düşer? Soruları akla gelmektedir. Bilinç kişinin tek başına düşünme yetisidir ve her bilinç bireyseldir. Bilinç kişinin düşüncesi, duygusu, karakteri gibi bütün anlıksal süreçlerin toplamıdır. Küresel kapitalist akıl bireylere kendi istediği yaşam biçimi olan salt tüketim toplumu özelliğini kazandırırken bilinçlere yön vermeyi öncelikli hedef seçer. Yerel boyutta da kendilerine bağımlı politikacıları bu düzen için donatır. Gelişmiş toplumlarda bu bilinç yanılgısı ağırlıklı olarak semboller, imajlar, kültürler ve yapay yaşam tarzları var edilerek yapılırken geri kalmış ülkelerde dini inançlar istismar edilip bunlar merkeze alınarak yaratılır. Bu noktadan sonra bütün koşullar be eksen etrafında konumlanır. Ülkemizi de bu kapsamda değerlendirebiliriz. Bu kuşatmaya bağlı olarak bilinç ile inancı karıştırmış bir toplumuz. Bilinç sahibi olmayı inanmakla açıklıyoruz. Bugün batıdan alınan özgürlük, insan hakları, demokrasi gibi unsurları benimseyemeyişimizin en güçlü nedeni budur. Hayatında yetkin birey olamamış, toplumda, ailede, iş hayatında birey olma ihtiyacı duymamış, hayatı boyunca birileri tarafından korunmuş bunu ailede aramayı iyi aile bağı sanan, okulda aramayı itaatkâr öğrenci olmak sayan, politik liderde arayan iyi partili olmayı sayan, dinde arayan iyi dindar olmayı sayan bir bilinçsizler ordusu var etmişiz.
Ercan Toprak
Eğitimci