Mazhar’a yeniden şarkılar söyleten kadın – Fatih Yaşlı

Mazhar’a yeniden şarkılar söyleten kadın – Fatih Yaşlı

PAYLAŞ

Mazhar-Fuat-Özkan’ın Mazhar’ının dinle, tarikatlarla, tasavvufla bağlantısı ve yaşamında bunların önemli bir yer tutması sır değildir. Bu ise kaçınılmaz olarak sanatına da yansımıştır; hem kendi yazdığı şarkılarda bunun izleri görülebilir, hem de örneğin İslamcı şair İsmet Özel’in şiirlerine yaptığı bestelerde.

Dolayısıyla Mazhar Alanson’un bir şarkısı için -her ne kadar o şarkının en can alıcı yeri “Bana yeniden şarkılar söyleten kadın” olsa da- “Bu şarkı bir aşk şarkısı değildir, Kâbe’ye yazılmıştır” demesi şaşırtıcı değildir, mümkündür, esin kaynağı orası olabilir.

Ancak mesele şarkının nereye yazıldığından ziyade bunun nerede ve ne zaman söylendiğidir; bunu 2018 Türkiye’sinde söylemekle, on yıl on beş yıl öncesinin Türkiye’sinde söylemek farklı şeylerdir çünkü.

Eğer 2018 Türkiye’sinde yaşıyorsanız, ülkede din-siyaset-ticaret üçgeninde büyük bir rant mekanizması kurulmuşsa, “sanatçılar” saray davetlerinde boy göstermeyi ve havuz medyasına röportaj verip ne kadar özgür ve müreffeh bir ülkede yaşadığımızı söylemeyi bir ikbal kapısı olarak görmeye başlamışsa, siz de iktidar belediyelerinden birinin organize ettiği bir konserde bunu söylüyorsanız, insanların bu cümlelere tepki vermesi, bu cümlelerin kuruluş amacını sorgulaması doğaldır.

Tepkinin bir başka nedeni ise Alanson’un ne anlama geldiğini fark etmeden kurduğu “Ölen askerler papağan kadar bile gündem olamıyor” cümlesinde saklıdır. İnsanların bir yarışma ünlüsünün papağanını öldürmesine bu kadar çok tepki vermesinin nedenlerinden biri tam da başka şeylere tepki verdiklerinde başına geleceklerden korkmasıyla ilgilidir. Papağanın ölümüne tepki verdiği için kimsenin başına bir şey gelmez ama örneğin “Askerler niye, ne için, kim için ölüyor” diye sorduğunuzda polis bir sabah kapınızı çalabilir ve kendinizi bir anda adliye koridorlarında bulabilirsiniz.

Örnekse işte Metin Akpınar ve Müjdat Gezen. Önce havuzun en dibindekiler söylediklerini çarpıtarak bu isimleri hedef gösteriyor, sonra “Reis” bu “sanatçı müsveddeleri” için gereğinin yapılacağını söylüyor, “yavaş çalışıyor” denilen yargı pazar günü olmasına rağmen birkaç saat içinde devreye giriyor, soruşturma açılıyor ve pazartesi sabahı da bu iki isim “gözaltına alınmıyorlar” ama “ifade vermek için polis gözetiminde” adliyeye götürülüyorlar.

Geçen hafta bu köşede “iktidar, doğası gereği mutlak biat, mutlak sessizlik istiyor ama aynı iktidar, yine doğası gereği düşman yaratmadan yoluna devam edemiyor” minvalinde bir yazı yazmıştık, bu hafta bu bir kez daha ispatlandı. Geçen hafta Fatih Portakal, bu hafta ise Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, sözleri çarpıtılarak hedef haline getirildiler, darbeci olmakla, iç savaş çağrısı yapmakla itham edildiler.

Aynı yazıda düşman yaratmanın tabanı teyakkuz halinde tutma stratejisinin bir parçası olduğunu da söylemiştik. Ancak eklememiz gerekiyor, korku bir yönetme biçimi haline gelmişse, mesele sadece bu değildir, mesele aynı zamanda korkuyu kitleselleştirmek, kendinden olmayanları korku siyasetiyle teslim almaktır.

Kamuoyunun bildiği, tanıdığı insanları alanlarda tehdit etmenin, medyada hedef göstermenin, sabahın köründe gözaltına almanın nedeni onları susturma isteğidir doğru ama esas amaç sıradan insanlara “bunlara böyle yapıyorlarsa, bize neler yapmazlar” dedirterek korkuyu topluma hâkim kılmaktır.

Bu korku siyasetinin karşısına nasıl bir siyasetin konacağı ve bu korku ikliminin nasıl dağıtılacağı ise birlikte yanıt vermemiz gereken bir soru olarak karşımızda durmaktadır.

Kaynak: Birgün