Yazının başlığı bu hafta Psikiyatri Uzmanı Dr. Fikret Hacıosman’ın hastası tarafından öldürülmesinin ardından Türk Tabipleri Birliği’nin sloganıydı. Sağlık çalışanı olarak konunun öznelerinden biri olduğum için benim için zor ve hassas bir yazı olacak; ailesine, yakınlarına ve tüm meslektaşlarıma başsağlığı dileklerimle başlamayı isterim.
Hasta ve hekim arasında muhakkak ki özel ve ayrıcalıklı bir ilişki olmak zorunda. Son derece basit anlatmaya çalışacağım: Bir muayene sürecinde olmasa hekimin hastaya olan tutumu başka koşullarda münasebetsizlik (dışkılama ya da cinsel yaşamını sorgulamak), taciz (bedene dokunmak hatta bedenin içine girmek) veya işkence (bedene delici cisimler batırmak…) olarak tanımlanabilecek unsurlar barındırır. Fakat hasta hekim ilişkisi özgün bir ilişkidir ve hep de öyle olmuştur. Bu özgünlük bu ilişkiye içseldir, bu yüzden tarih boyunca süregelen şifacı arketipi şeklinde belirmiştir.
Hasta hekim ilişkisinde bakım, ilgi, şefkat ve gözetme gibi maternal; kural koyma ve denetleme gibi paternal unsurlar bulunabilir. Bu karmaşık yapı hastayı çocuksu bir konumdan kendisini emanet etmeye zorlar. Narsistik bireylerin tıbbi yardım almakta zorlanmasının en önemli nedenlerinden birisi de budur. Bu karmaşık dinamikler ilişkinin deforme olduğu durumlarda bir çocuğun istismar edilmesi karşısındaki öfkeye benzer bir duygu ile karşılanmasına neden olacaktır.
Peki, bu ilişki deforme olmuş mudur? Olmuştur. Tansu Çiller’in “Sağlıkta Reform” programıyla hastaların artık müşteri olacağını, müşterinin de memnun edilmek zorunda kalınacağını duyurmasıyla bozulmuştur. Performans ve döner sermaye sisteminin gelmesiyle Çiller’in ifadesi ete kemiğe bürünmüş, hastalar hekimlerin kendilerine yönelik tutumları ve önerilerinin arkasında döner sermayeye ilişkin gizli niyetler arar olmuşlardır. Nitekim hastalar bu şüphelerinde bütünüyle haksız çıkmamıştır. 2014 yılında TTB adına Dr. Bayazıt İlhan 14 Mart kutlama mesajında son 10 yılda muayene, ameliyat ve tetkik sayılarının 3 kat arttığına işaret ederek “Mevcut politikalarla sağlık hizmeti bolca tüketilmesi gereken ve üzerinden kar edilen bir “nesne”ye” dönüştüğüne ilişkin alarm vermiştir. TTB bu alarmı en başından itibaren vermekteydi zaten, benim öğrenciliğimin sloganı “Sağlıkta ticaret ölüm getirir” olmuştu. O zaman sadece hastalar adına endişeleniyordum, hekimlere ve diğer sağlık çalışanlarının ölüm riskine ilişkin öngörüm yoktu açıkçası. Ama öyle oldu…
Hekimliği riskli meslek kategorisine sokan son ve en önemli basamak ise AKP dönemindeki siyasi söylem oldu. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan 2005 yılında bir konuşmasında “Ben doktora iğne yaptırmam ama hemşireye yaptırırım. Çünkü hemşirenin pratiği yoğun. Bir yoklar, damarı bulur. Ama doktor bulamaz. İcabında felç de edebilir” diyecekti. Sonrasında başka bir konuşmasında da “Sabahın erken saatlerinde hastaneye giderdik, muayene olmak için elimize numara verirlerdi, bazen sıra gelene kadar gün doğardı, ertesi gün devam. Sıra gelirse doktor efendi derdi ki: ‘Muayenehaneme gel.’ Bunları yaşadık mı? Muayenehaneye giderdik. Muayenehanenin tabii bir bedeli var. Para almadan bu iş olmuyor.” diyecek ve miting alanında doktorları yuhalatacaktı.
“Doktor Efendi” söylemi yüzeysel katmanında kendi iktidarlarında sağlık hizmetinin kalitesinin arttığı propagandasına hizmet etmekteydi. Alt katmanda ise pek çok farklı kesimi hedef alan eski muteberi itibarsızlaştırma siyasetinin bir ürünüydü. Hedef alınan bu eski muteberler “Sizden öğrenecek değiliz” cümlesiyle hadlerini öğreniyorlardı. Basın özgürlüğünü gazetecilerden, tıbbi etiği hekimlerden, şehir planlamacılığını mimarlardan, toplumu sosyologlardan öğrenecek değillerdi. Hekimler “Doktor Efendi”, hariciye bürokrasisi “Monşerler” olmuştu. Diğer cumhurbaşkanı adayının 5 dil biliyor olması hakkında parasıyla tercüman tutulabileceği ifade ediliyordu. Kendini değerli hissedemeyen taban ise eski muteberlerin lakap takılacak kadar küçük düşürülmesi karşısında gururu okşanmıştı. Bazı kesimler de olanları, “baskıcı merkez karşısında çevrenin alan arayışının karşılık bulması” şeklinde yorumlayarak ideolojik bir apoloji üretmekten geri kalmıyorlardı. Oysa, görünen o ki bu söylemler, tabanda sınıf bilinci olmadığı için sınıf kinine dönüşemeyen; dağınık, örgütsüz ve biçimlenmemiş öfke nöbetlerini üretmişti. Bu noktada öncelikle söylemin sınıfsal bir atıf barındırmadığı ve eğitimli olmaları nedeniyle seçkin olarak algılanan kesimleri hedeflediğini saptamak gerek. Sonrasında da AKP döneminde sağlık alanında sermaye birikiminin son derece hızlandığını, özel hastane zincirlerinin patlama yaşadığını, hekimlerin -tam gün yasası ve muayenehane yönetmelikleriyle- ücretli çalışmaya zorlandıklarını da hatırlamak gerek. Sınıf kininin hekimlerin tam da ücretli çalışmaya zorlandıkları bir dönemde hekimlere dönmesini açıklamak çok kolay olmayabilir.
Sonuç… Son dönemde Ersin Arslan, Kamil Furtun ve Fikret Hacıosman gibi hekimlerimiz hekim oldukları için öldürüldüler. Konu elbette ölümlerle sınırlı değil. Son 5 yılda 46 bin sağlık çalışanı saldırıya uğradı, bunların 12 bini fiziksel, geri kalanları hakaret veya tehdit gibi psikolojik saldırganlık olarak gerçekleşti. Örneğin Dr. Bahattin Ahmet Yalçın görevi başındayken hasta yakını tarafından kafasında parke taşı kırılarak yoğun bakıma kaldırıldı.
Peki ne yapmalı? Öncelikle TTB’nin en başından itibaren söylediği gibi performans sisteminden acil olarak çıkılmalı.
Elbette sağlık tesislerinde güvenlik önlemleri ve sağlık çalışanlarına yönelik saldırıların cezaları da arttırılmalı fakat bu öneriler hasta hekim ilişkisini tamir etmek yerine bozuk ilişkinin içinde pozisyon almaya dönük önlemlerdir. Çok önemli ve bir toplumsal talebin de hekimliğin artık dezavantajlı bir grup olarak ele alınması olduğunu düşünüyorum. Hekimlere yönelik saldırılarda “Doktor Efendi” söyleminin türevleri olan atıfların (“Tamam, karşıyım ama bazı doktorlar da…”) mevcut durum itibariyle kadına yönelik şiddette “O saatte orada ne işi varmış” söylemine yakınsadığını kabul etmek durumundayız. Ne yazık ki Giresun’da beyaz kod verdikten sonra polis müdahalesi sırasında hasta yakını Yusuf Topal’ın ölmesine ilişkin hekimi suçlayıcı atıflarda, bu duyarlılıktan çok uzakta olduğumuzu görebiliriz.
Son not olarak sizi yazının ilk paragrafındaki başsağlığı mesajını tekrar okumaya davet ediyorum. Aslında Dr. Fikret Hacıosman’ın ölümünün ardından sıkça duyduğum bir kalıbı tekrarlamıştım. Bir eksiklik gözünüze çarptı mı bilmiyorum ama benim için bu başsağlığı mesajında çok önemli bir unsur eksik: Dr. Fikret Hacıosman’ın diğer hastaları. Eminim doktorlarının ölümü pek çoğu için trajik hatta travmatik olmuştur. Taziye mesajında hastaları unutmak, hasta hekim gibi çok hassas bir ilişkiyi bir antagonizmaya dönüştürmenin belki de en masum sonuçlarından birisidir. Yine de bu antagonizmayı reddeden bir hekim olarak bu antagonizmayı reddedecek olan hastaların ve bireylerin olduğunu biliyorum. Dr. Fikret Hacıosman’ın başta ailesi, tüm yakınları, meslektaşlarımız ve elbette tüm hastalarının başı sağolsun.