Büyük Marmara depreminin 23. yılında insanlığın uygarlık birikimi ve onurunun, yaşanmakta olan karanlık sürecin ve olumsuzlukların üstesinden geleceği inancıyla kaybolan tüm değerlerimiz ve canlarımızın ANILARINA SAYGIYLA.

Ülkemizde kapitalizmin çarpık, rantçı ve yıkıcı ivmesiyle başlayan kentleşme sadece insanların sosyo-ekonomik hayatlarını değil doğanın normal döngüsünü de (depremler, yağmurlar, fırtınalar) birer felakete çevirmiştir. Ancak bu felaketlerden bırakın ders çıkarmayı “unutturarak” yeni felaketler üretmeyi de başarmıştır. Toplumsal bir unutuşa terk ettiği çarpık ve rantçı kentleşmenin sorumluluğunda sıyrılmak için suçluyu da “doğal afetler” diyerek hemen yanı başında yakınında bulmuştur. Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer kapitalist devletin unutturma egemenliğini mümkün kılan unsurun, sömürünün perdelenme gücünden yani körleşmeden aldığını belirttir. Körleşme ise unutmadır. Bu yüzden başta deprem(ler) olmak üzere her türlü felaket sonrası (sel,su baskını, maden göçü vb) süslü kavramlaştırmalar aracılığıyla yapılan her “iyileştirme ve yaraları sarma” bir unutuşa bir bellek yitimine dönüşmektedir. O yüzden ki Türkiye’de “nitelikli barınma” hakkı elinden alınmış milyonlarca insan “toplu konutlar” kelimesinin gölgesinde gizlenmiş bir unutuşa, yeniden sermayenin ve piyasanın (daha fazla rantın ve kapitalizm eliyle yaratılan afetlere) insafına terk edilmektedir.
Kapitalizm “barınma hakkını” topluma sınıfsal farkların baştan kabul edilmesi gereken bir olgu olarak sunmaktadır. Bunun en güzel örneği ise TOKİ olarak bilinen dar tabutluklardır. Daha baştan düşük ücretlere ve uzun yıllara yayılan ödeme biçimleriyle TOKİ’ler kapitalist sistem içinde başarısız olanın, içinde doğduğu sınıfı aşarak bir başka ayrıcalıklı sınıfın parçası olamayacağını en iyisinin bir unutma biçimi olarak görmezden gelmek olduğunu topluma söyler. Kapitalizm yanına aldığı ruhban sınıfıyla birlikte politik enstrüman olarak kullandığı dogmatizme rağmen topluma doğrudan; doğuştan köle olarak doğduklarını söyleyemezse de topluma içine doğduğu sistemin dışına itilme korkusunu işleyerek güvencesizliğini hatırlatarak itaatkar kılar. Afetlerin ise bir kader bir fıtrat olduğunu belirtmekten çekinmez. Akıllarda kalan Torun Center ve Soma iş cinayetleri bunun en yakıcı örnekleridir.
Barınma hakkının ucuz nitelikli ve kolay olarak ulaşılabilir olmamasının başlı başlına bir afet olduğu gerçeği bir kenarda dursun. Bir üst sınıf için var olan yapılaşma ise aslında her an bir yok oluşun bir yıkılışın heykelleri olarak toprak üzerinde şimdilik dikili durmaktadır. Kapitalist kentleşme; beyaz yakalılar, kobiciler, mesleki kazançları toplumun ötekisine göre daha avantajlı olanlar ile esnaflar ve daha iyi ücretliler için yaptığı konutların hepsini birer ultra tasarımlarla tematik proje olarak sunmaktadır. Yarattıkları yapay yaşam alanlarında bireye “ayrıcalıklı hissiyatı geçirerek” nitelikli ve ucuz barınma hakkına karşı kuşatıcı ve sürekli kar getiren yapı sistemleri olarak nüfus eder. Bireyi dolayısı ile toplumu nitelikli barınma hakkından uzaklaştırır. Bireyin kendisini ayrıcalıklı ve güvende hissetmesi için “güvenlikçiliği” (kesinlikle güvenlikli yapı sistemi ve barınma hakkını değil) nitelikli bir kent ve barınma hakkı olarak(satar) sunar. Kapitalist kentlerde barınma hakkının alınıp-satılıyor olması afetleri daha da karmaşık hale getirir. Ortaya gözle görülür bir kentsel haklar bütünlüğü ve dayanışması çıkmaz. Dayanışma genelde “yıkıma karşı bir araya” gelme pratiklerinde çıkar ve oldukça lokal kalır. Büyük bir kentsel savunma pratiğini ise gezi dayanışmasında görmekteyiz.
17 ağustos 1999 Marmara depremi “medya eliyle de” yeniden güvenceli ve barınma hakkıyla birlikte kentleşmenin ayak izleri olmaktan çıkartılıp. Bir unutturma biçimi olarak ısıtılıp ısıtılıp sunulmaktadır. Medyanın afetleri algılayış ve anlatış biçimi tabiî ki sermayesinden bağımsız düşünülemez! Afet öncesi ve afet sonrasında ne olduğuyla derinlemesine bir bağ kurmayan medya, afetleri bir zaman tünelinden başka bir şey değilmiş gibi sunmaktadır.
Çıkarılan imar yasaları ile ne nitelikli barınma hakkına geçilmiştir ne doğanın talan edilişi ne derelerin özgürce akışı henüz sermayenin dolayısı ile rantın ve yok oluşun elinden alınamamıştır. Yinede birçok direnişlerle elde edilen kazanımlar hem doğanın yok oluşunu durdurmuş olması bakımından hem de rantçı ve piyasacı politikalara karşı afetlerin önüne geçtiği için bizlere umut olup yol göstericidir. Sermayenin bir ganimet olarak gördüğü doğayı ve kentleri ellerinden çekip almak ve doğayı ve kentleri içinde barındırdığı yaşattığı tüm canlılarla birlikte korumak için toplumsal muhalefetin ve ekolojik mücadelenin bir parçası haline getirmek zorundayız.
Erbil Karakoç
Yapı –Yol- Sen Örgütlenme Sekreteri