Memur Sen’in Aklından Geçen (Uğur KARSLI)

Memur Sen’in Aklından Geçen (Uğur KARSLI)

PAYLAŞ

Yerel yönetim hizmet kolunda çalışan kamu görevlilerine, 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanununun 32. Maddesi uyarınca “sosyal denge sözleşmesi tazminatı” (SDS) öden(ebil)ir. Memur-Sen(‘in bu işkolundaki sendikası Bem-Bir-Sen) 3. Dönem Toplu Sözleşmeye (TİS) bu tazminatı sadece yetkili sendika üyeleriyle sınırlama amacı taşıyan bir hüküm koydurmuş; Danıştay 11. Daire, Anayasa’nın ‘kanun önünde eşitlik’ başlıklı 10. Maddesini gerekçe göstererek bu hükmü iptal etmişti.

3. Dönem Toplu Sözleşmede Memur-Sen’in “kazanım” olarak yer verdiği TİS hükmü şuydu: “Sosyal denge sözleşmesi imzalayan sendikanın üyesi olmayan kamu görevlilerinden aynı ünvanlı personelden alınacak aidatın iki katına kadar taraf sendika sosyal denge sözleşmesi aidatı alabilir.”

Bu hükmün meali ise şöyleydi: Yetkili sendikadan farklı bir sendikaya üyeysen ya da herhangi bir sendikaya üye değilsen, sosyal denge sözleşmesinden faydalanabilmek için yetkili sendikaya üyelerinin verdiğinin 2 katı aidat ödeyeceksin!

Anayasa Mahkemesi, 12 Haziran 2025 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan kararıyla; Danıştay’ın iptal kararında “farklı muamelenin varlığının nesnel ve makul bir sebebe dayanıp dayanmadığına” ilişkin ayrıntılı bir tartışma yapılmadığından bahisle yeniden yargılamaya hükmetti: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/17953

Söz konusu kararı SDS’den yararlanmayı yetkili sendika üyeleriyle -ve şayet üye değilse yetkili sendikaya iki katı dayanışma aidatı ödeyenlerle- sınırlandırma yönündeki girişiminin lehine değerlendiren Memur-Sen’in yeniden yargılama kararından hoşnut olduğu aşikâr: https://memursen.org.tr/iki-karar-tek-gercek

(Bu kararın gerçekte nasıl yorumlanması gerektiğine ilişkin ise Prof. Dr. Aziz Çelik’in X’teki @Emegin_Halleri hesabındaki 12 Haziran 2025 tarihli “Yanlış Yorumlanan Bir Karar!” başlıklı paylaşımını okumanızı öneririm.)

Peki SDS tazminatı açısından bunu kendinde hak olarak gören yapı toplu sözleşme “kazanımları” açısından benzeri bir uygulamayı aklından geçirmiyor mu?  Memur Sen Genel Başkanı Ali Yalçın’ın bu konuya dair yukarıda linkini paylaştığım “İki Karar, Tek Gerçek” başlıklı yazısının satır aralarında bu imaya yeterince yer verildiğini düşünüyorum. AYM kararının “kamu görevlileri sendikacılığında önemli bir kapı araladığını” belirten Yalçın’ın “kamu görevlileri sendikacılığında (…) yetkili sendikalı-sendikasız ayrımı yapılmamasına” yönelik bir itirazı olduğu açık ancak 4688 sayılı yasanın 28. Maddesindeki şu ifade şimdilik zihinlerinden geçene engel gibi gözüküyor:

“Toplu sözleşme ikramiyesi hariç olmak üzere toplu sözleşme hükümlerinin uygulanmasında sendika üyesi olan ve sendika üyesi olmayan kamu görevlileri arasında ayrım yapılamaz.”

İşçilerin ekonomik ve sosyal haklarının belirlenmesi sürecini tanımlayan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununa göre toplu sözleşmenin, tarafı olan işçi ve işveren sendikasının üyeleri hakkında uygulandığı ve yetkili sendikaya üye olmayan işçilerin toplu sözleşme hükümlerinden faydalanabilmesinin o sendikaya “dayanışma aidatı” ödemesi şartına bağlı olduğu doğrudur. Bu kanuna göre doğru olan bir şey daha, “dayanışma aidatının” –iki katı olmak şöyle dursun- üyelik aidatından fazla olamayacağıdır. Öte yandan, Yalçın’ın en azından sadece “dayanışma aidatı” fikri açısından özendiği anlaşılan işçi toplu sözleşmesi (bir veya birden fazla) işyeri/işletme düzeyinde yapılır. Ve hepsinden önemlisi, 12 Eylül zihniyetinin izlerini taşıyan 6356 sayılı kanunda dahi uyuşmazlık durumunda “kanuni grev” hakkı tanımlanmıştır. Çoğu zaman yasaklamalara ve İzmir’de son örneğini gördüğümüz gibi baskılara maruz kalsa da grev, gerçek bir toplu pazarlık sürecinin alamet-i farikasıdır.

Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununa göre ise “toplu sözleşme”, -işyeri değil- işkolu ve tüm kamu çalışanları düzeyindedir. Şayet –işyeri düzeyinde bağıtlanan işçi toplu sözleşmesi gibi- sadece yetkili sendika üyeleri TİS “kazanımlarından” faydalansa, bir işkolunda (örneğin, eğitim ve bilim işkolunda) tüm kamu çalışanlarının yetkili sendikaya üye olması dayatması, farklı seslerin yok sayılması, kamu çalışanlarının hızla “kapıkuluna” dönüştüğü anti-demokratik bir sendikal atmosfer söz konusu olurdu. Böyle bir şeyi Memur-Sen çevresi bile –aklından geçirmekle birlikte- açıkça telaffuz edemiyor, en azından şimdilik…

Gerçek bir toplu sözleşme sürecinin güncel örneğini İzmir Büyükşehir Belediyesinde gördük. DİSK Genel İş Sendikasının eşit işe eşit ücret talebiyle greve gitmesi, kamu emekçilerinin büyük bir kesiminde şaşkınlık yaratmışa benziyor. Bu şaşkınlığın altında yasal ve anayasal bir hakkın kullanıldığı gerçek bir toplu pazarlık sürecine tanıklık edilmesi yatıyordu. Hâlbuki burada asıl şaşılacak şey, yoksulluk düzeyinin altında gelir elde ederken bu Ağustos ayında yaşanacak kendi “toplu sözleşme” süreçlerine dair susup işçilerin talep ve mücadelelerine itiraz etmektir. Kamu emekçileri banka promosyonlarına dair gösterdikleri dikkat ve farkındalığı, iki yılda bir Ağustos ayında (4688’e göre bilinçli seçilmiş bir ay!) yapılan ve temel gelirlerini belirleyecek olan toplu sözleşme süreçlerine dair göstermemektedir. Kamu emekçilerinin içinde bulunduğu öğrenilmiş çaresizlik hali belki de en güzel Cemal Süreya’nın şu sözleriyle tarif edilebilir: “(…)herkes her şeyin farkında ve kimse hiçbir şeyi yanlışlıkla yapmadı.”

Meselenin buradan hareketle sorgulanması gereken başka (ve çok daha önemli) bir kısmı ise sendikal aidat sistemi üzerinedir. Son derece sade bir şekilde ifade etmekte fayda var: “Toplu Sözleşme İkramiyesi” veya her ne isim altında olursa olsun, sendika aidatını -işveren değil- işçinin kendisi ödemelidir. Bu ilke; sendikaların işçi sınıfının öz örgütü olarak tarih sahnesine çıktığı dönemden bu yana geçerlidir. Sendikanın devletten, hükümetten, işverenden bağımsız olmasının ön koşulu bağımsız aidattır. Bunun aksi –yani kamu emekçilerine yönelik mevcut uygulama- sözleşmenin tarafı olan emekçi kesimin mücadele ve taleplerinin sınırlarının işveren tarafından çizilmesi anlamına gelir/gelmiştir. Bu sınırlar muhakkak ki işveren lehine, emekçiler aleyhine olacaktır/olmaktadır. Bu sınırlar, yoksulluk düzeyinin altında gelir elde eden kamu emekçilerini temsilen toplu sözleşme masasına oturan dolgun ücretli sendika aristokratlarının lehine olmakta; haydan gelen huya gitmektedir…

Toparlamak gerekirse, emekçilerin çıkarı yetkili sendikaya ödenecek “dayanışma aidatında”, dolgun maaşlı sendikacılarda, rezidanslarda değildir. Emekçilerin çıkarı; (4688’e göre) iki yılda bir Ağustos ayında yapılan “sözleşmelerde” veya “banka promosyonu sözleşmelerinde” değildir. Elbette satın alma gücünün hızla eridiği bu ekonomik koşullarda bu sözleşmelerle gelen ekonomik getirilere kayıtsız kalamayız. Elbette Ağustos ayı “toplu sözleşme” süreçlerini emekçilerin gerçek taleplerini kamuoyuyla paylaştığımız mecralara dönüştürmeliyiz. Ancak bir gerçeği unutmadan: Emekçilerin gerçek çıkarı birleşik bir emek mücadelesinde ve bağımsız, özgür, gerçek, grevli bir toplu pazarlık sürecindedir.

Uğur Karslı

Eğitim Sen Eskişehir Şubesi Örgütlenme Sekreteri