EMEK DÜŞMANI BU DÜZEN HALKI YOKSULLAŞTIRIYOR, DEĞİŞTİRECEĞİZ!

EMEK DÜŞMANI BU DÜZEN HALKI YOKSULLAŞTIRIYOR, DEĞİŞTİRECEĞİZ!

PAYLAŞ

Türkiye, tarihinin belki de en derin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizlerinden birine sürüklenmiş durumdadır. İktidarın tercihlerinden kaynaklanan bu kriz, yalnızca rakamlara yansıyan bir ekonomik daralma değil; aynı zamanda milyonlarca insanın sofrasına, evine, hayatına doğrudan dokunan çok yönlü bir yoksullaşma sürecidir. Enflasyon, artık kontrol edilemeyen bir hızla yükselirken; temel ihtiyaçlara erişim, geniş halk kesimleri için her geçen gün daha da zorlaşıyor. Emekli maaşları ve asgari ücret, bırakın insanca bir yaşamı, açlık sınırının dahi altında kalmış durumdadır.

Ancak yaşanan kriz yalnızca ekonomik göstergelerle sınırlı değildir. Bu krizin derinleşmesinde belirleyici olan, mevcut iktidarın siyasal ve sınıfsal tercihidir. Kamu kaynakları, halkın ortak ihtiyaçları yerine, iktidara yakın sermaye gruplarına aktarılmakta; sosyal devletin tüm mekanizmaları yok edilmektedir. Bu tercihler, toplumun geniş kesimlerini yoksulluğa, işsizliğe ve umutsuzluğa sürüklerken; sosyal adalet duygusunu da kökten sarsmaktadır. Halkın gerçek sorunlarına sırtını dönen, yaşanan ağır tabloya karşı en küçük bir sorumluluk hissetmeyen tek adam rejimi, bu krizi çözebilecek bir iradeye de sahip değildir.

Tek adam rejimi iktidarını sürdürebilmek adına peş peşe hamleler yapmakta, gündemi çeşitli adımlarla yeniden tasarlamaya çalışmaktadır. ABD-AB ile yürütülen pazarlıklar, İBB’ye yönelik yargı operasyonları, Kürt siyasi hareketiyle yeniden başlatılan temaslar ve anayasa tartışmaları gibi gelişmeler, tek tek değil; bir bütün olarak, iktidarın ayakta kalma stratejisinin parçaları olarak okunmalıdır. AKP’nin asıl hedefi; yıllar içinde kurduğu rant ve talan düzenini korumak, siyasal ve hukuksal sorumluluktan kaçmak ve iktidarını ne pahasına olursa olsun sürdürmektir.

Türkiye’de siyasal iktidar, bir yandan “normalleşme” ve “barış” gibi kavramları gündeme taşıyarak toplumsal tansiyonu yumuşatma yönünde söylem üretirken; diğer yandan halkın siyasal iradesini hedef alan uygulamaları sistematik biçimde yaygınlaştırmaktadır. Son yerel seçimlerde halkın açık iradesiyle seçilmiş çok sayıda belediye başkanının görevden alınması, gözaltına alınması ya da yerlerine kayyum atanması, yalnızca bireysel hak ihlalleri değil; otoriter rejimin yeniden kurumsallaşma sürecinin açık göstergeleridir. Bu süreç, demokratik işleyişin tamamen askıya alındığı ve “temsiliyet” in yalnızca iktidar blokuna ait kılındığı bir düzenin inşasıdır.

Bu bağlamda, siyasal iktidarın dile getirdiği “barış” söylemi, içi boşaltılmış ve araçsallaştırılmış bir propaganda biçimine indirgenmiş durumdadır. Oysa gerçek bir barış, yalnızca çatışmasızlık durumu değil; halkların eşitliği, adaletin tesisi ve demokratik temsiliyetin tüm toplumsal kesimler açısından güvence altına alınmasıyla mümkündür. “Bir arada yaşamak”, kültürel hoşgörüyle sınırlı bir anlayışla değil; toplumsal yaşamın tüm alanlarında eşit yurttaşlık temelinde kurulmalıdır. Bu eşitliğin maddi koşulu ise, herkesin ücretsiz, nitelikli ve ulaşılabilir kamusal hizmetlere erişiminin sağlanması; eğitimden sağlığa, barınmadan ulaşıma kadar sosyal hakların ayrım gözetmeksizin güvence altına alınmasıdır. Ancak sosyal adaletin tüm toplum kesimleri için somutlaştığı bir düzlemde, barış gerçek anlamını kazanabilir. Bu nedenle barış mücadelesi, yalnızca siyasal bir talep değil; aynı zamanda emek mücadelesiyle iç içe geçmiş, eşitlik ve özgürlük hedefiyle birleşmiş bir toplumsal dönüşüm arayışıdır.

Güneşin Balçıkla Sıvanmadığı Gün: 19 Mart

19 Mart 2025’te iktidarın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atamak üzere yaptığı tüm hazırlıklar, başta üniversite gençliği olmak üzere çeşitli toplumsal kesimlerin gösterdiği direnç karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu gelişme, yalnızca otoriter bir müdahalenin engellenmesi değil; aynı zamanda tek adam rejimine karşı biriken öfkenin kendiliğinden oluşan bir toplumsal muhalefet zeminine dönüşmesidir. Gençliğin ve halkın bu müdahalesi, uzun süredir bastırılan ancak tüm ağırlığıyla biriken itirazın net bir siyasal ifadesi hâline gelmiştir.

Bu süreçte ortaya çıkan birleşik muhalefet zemini, salt kurumsal aktörlerin değil; tabandaki hareketliliğin, sınıf temelli taleplerin ve demokratik itiraz biçimlerinin bir araya gelerek oluşturduğu özgün bir dinamik olarak değerlendirilmelidir. Tek adam rejimine karşı ortaya çıkan bu çok yönlü tepki, sandıkla sınırlı siyasetin ötesinde, alanları kuşatan ve kolektif iradeyi yeniden tanımlayan bir mücadele biçimi olarak gelişmiştir.

CHP bu dönemde, ilk kez genişleyen toplumsal muhalefet dinamiğinin dışında değil, görece içinde konumlanmıştır. Ancak CHP’nin sınıfsal konumu ve düzenle kurduğu tarihsel ilişki göz önüne alındığında, bu yönelimin sınırları da belirgindir. Boykot çağrılarının zamanla silikleştirilmesi, bu çağrının iktidar bloku karşısında gerçek bir sistem karşıtı duruş yerine, taktiksel ve simgesel bir müdahale biçimine dönüştürülmesi, bu sınırın açık göstergesidir. Bu sınırı devrimci bir siyasal hat perspektifinde kalıcı ve dönüştürücü kılmak, ancak sol sosyalist yapıların, emek örgütlerinin ve meslek odalarının bağımsız politik iradelerini sahaya taşımasıyla mümkündür. Bu aktörlerin mücadele pratiği, hem düzen içi muhalefetin sınırlarını aşacak hem de halkın kendi öz gücüne dayalı bir siyasal hattın inşasını mümkün kılacaktır.

Her dönemin kendine özgü bir eşiği vardır; bu dönemin eşiği, üniversite öğrencilerinin kolektif iradesiyle barikatları aşması ve siyasetin merkezini yeniden sokakta kurması olmuştur. Gençliğin ortaya koyduğu bu direniş hattı, halkın uzun süredir bastırılan ancak silinmemiş olan direnme eğilimini harekete geçirmiştir. Nitekim İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin yapılan ön yoklamalara gösterilen yüksek katılım da halkın edilgen bir seçmen değil, aktif bir siyasal özne olma yönündeki iradesinin bir başka göstergesi olarak okunmalıdır.

19 Mart sonrası iktidarın proje okullarına müdahalesi, üniversite gençliğine paralel olarak liseleri de harekete geçirmiş, liseli gençliğin eylemliliği; esas olarak bu durumdan etkilenen öğretmenleri de aşmış ve “öğretmenime dokunma” diyerek, okul bahçelerini bir anda politik mücadele alanlarına dönüştürmüştür.

Gençlik, farklı siyasal eğilimlerden ve toplumsal konumlardan gelen öznelerin ortak öfkesini ve taleplerini sokağa taşıyarak, birleşik bir mücadele hattı oluşturmuştur. Bu hareketlilik, rejimin baskıcı, eşitsiz ve antidemokratik yapısına karşı kolektif bir siyasal refleksin ifadesi olmuştur. Bu süreçte gençliğin dile getirdiği “işçi gençlik el ele, genel greve” çağrısı, sadece dayanışma duygusunun ürünü değil; aynı zamanda sınıfsal ortaklığı ve tarihsel ittifakı hedefleyen bilinçli bir siyasal çıkış olarak değerlendirilmelidir.

İstanbul’la sınırlı kalmayan bu irade, iktidarın Gezi Direnişinden bu yana aşamadığı korkularını yeniden tetiklemiş; ev baskınları, kitlesel gözaltılar ve tutuklamalarla toplumsal tepkiyi bastırma çabası devreye sokulmuştur. Ancak bu yöntemlerin etkisiz kaldığı görülünce, iktidar, ağır ekonomik krize rağmen 9 günlük bayram tatili ilan ederek, öfkeyi yatıştırmayı ve süreci zamana yayarak denetim altına almayı amaçlamıştır.

Bugün gelinen noktada iktidarın baskı politikaları zamana yayılmış şekilde sürmekte; sabah baskınları ve temelsiz iddialarla toplumsal bilinç üzerinde “mutlaka bir şey vardır” algısı yaratılmak istenmektedir. Ancak bu tür araçlar, rejimin gücünü değil; aksine, sokağın öğretici karakterine, dayanışma biçimlerine ve gençliğin kolektif direncine karşı yaşadığı çaresizliği gözler önüne sermektedir. 19 Mart’tan itibaren gençliğin sokağa taşıdığı politik bilinç, yalnızca karşı koymakla kalmamış; aynı zamanda mücadele edenleri dönüştüren bir pedagojik alan da yaratmıştır.

Emek Örgütlerinin 19 Mart Sınavı ve 1 Mayıs

Toplumun farklı kesimlerinin özellikle gençliğin kitlesel ve politik biçimde sokağa çıkması, emek örgütleri açısından tarihsel bir eşik oluşturmuş; grev, iş bırakma ya da genel direniş biçiminde karşılık verilmesi gereken bir toplumsal zemini oluştursa da bu sürece emek örgütlerinin verdiği yanıt, büyük ölçüde yetersiz kalmıştır. Geniş halk kesimlerinin ve öğrencilerin yarattığı dinamik, sendikal alanı aşağıdan zorlamış; ancak sendikaların bürokratik işleyişinden kaynaklı karşılığını bulamamıştır. 19 Mart sonrası, emek örgütleri tarafından grev, genel grev ya da fiili iş bırakma adımlarıyla karşılık verilememiş olması, sınıf hareketinin siyasal refleks üretme kapasitesinin mevcut koşullarda ne kadar daraldığını da açıkça göstermiştir. Başta Kesk olmak üzere emek örgütlerinin, ekonomik saldırıları bir bütün olarak emek ve demokrasi karşıtı bir çizginin parçası olarak doğru biçimde tanımlasa da bu tespiti eylemsel düzleme taşıyamamıştır. Sonuç olarak emek örgütleri, halkın ve gençliğin sokakta yarattığı politik hatta eklemlenmekte yetersiz kalmış, bir bütün olarak kitlesel hareketin gerisine düşmüştür.

Türkiye genelinde yapılan 1 Mayıs eylemlerine en iyimser tahminle yaklaşık dört yüz bin kişinin katıldığı söylenebilir. Bu rakam, özellikle son iki ayda yaşanan yoğun sokak hareketliliği düşünüldüğünde halkın 1 Mayıs’a verdiği yanıtın, büyük ölçüde emek örgütlerinin kendisiyle kurduğu bağın derinliğiyle sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır. İstanbul özelinde değerlendirecek olursak, DİSK ve KESK gibi tarihsel misyona sahip konfederasyonların, düşük katılımla oluşturdukları kortejlerle sınırlı kalması, bu örgütlerin toplumsal muhalefet dinamikleriyle senkronize hareket edemediğinin bir başka göstergesidir.

2025 1 Mayıs’ının dikkat çekici yönlerinden biri ise, gençliğin katılım düzeyinde önceki yıllara göre gözle görülür bir artışın yaşanmış olmasıdır. Bu artış, gençliğin sadece kendi gündemleriyle değil, aynı zamanda sınıf mücadelesinin merkezî gündemiyle de ilişki kurmaya başladığını göstermesi açısından önemlidir.

Okul bahçelerinin dahi politikleştiği, gençliğin kendiliğinden inisiyatif geliştirdiği bir dönemde, Alan tercihi gibi ikincil düzeydeki meselelerin başat tartışma hâline gelmesi, geniş emekçi kesimlerin, gençliğin ve halkın bir araya getirilmesini hedefleyen politik birleştirme iradesine gölge düşürmüştür.

Bu tartışmaların büyük ölçüde sosyal medyada yürütülmesi ise, meseleyi daha da yüzeyselleştirmiş; politik içerikten yoksun, simgesel karşıtlıklar üzerinden şekillenen, dar ve apolitik bir zemin yaratmıştır. Oysa 1 Mayıs’ın taşıdığı tarihsel yük, böylesi dar yorumların ötesine geçecek bir bütünlükle ele alınmalı; emek mücadelesinin toplumsal mücadelelerle buluştuğu bir kolektif direniş günü olarak örgütlenmelidir.

Milyonlarca emekçiyi temsil eden KESK, DİSK, TMMOB ve TTB gibi yapılar, her biri kendi içinde tarihsel bir mücadele mirasına sahip olsa da ortak bir siyasal mücadele hattı oluşturma konusunda zorluklar yaşamaktadır. 19 Mart süreci, bu yapıları geçici olarak yan yana getirmiş; halkın ve özellikle gençliğin sokakta kurduğu fiili birlik, emek örgütleri üzerinde dışsal bir basınç yaratmıştır. Ancak bu geçici birliktelik, kurumsal reflekslerin ötesine geçememiş; politik olarak yön veren, kitleleri sürükleyen bir iradeye dönüşememiştir.

1 Mayıs mitinginde kürsü konuşmaları yapılmış, kortejler yürümüş, teknik olarak “görev” tamamlanmıştır. Ancak bu eylemsellik, mevcut iktidarın yarattığı baskı ve derinleşen yoksulluk karşısında halkın biriktirdiği gerçek öfkeye karşılık verebilecek politik bir öncülük üretmekten uzaktır. Özellikle uzun zamandır birlikte hareket etme kapasitesi zayıflayan KESK ve DİSK’in, artık ortak bir mücadele pratiği geliştirmesi tarihsel bir zorunluluk hâline gelmiştir. Bu zorunluluk, yalnızca emek örgütlerinin geleceği açısından değil; halkın yön arayan öfkesine karşı anlamlı, yönlendirici ve dönüştürücü bir mücadele çizgisi kurabilmek açısından da yaşamsaldır.

Emek Mücadelesi ve TİS

Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik kriz, siyasal baskı, güvencesizlik ve toplumsal dağınıklık yalnızca bir yıkım sürecini değil, aynı zamanda yeni bir kurucu iradenin mayalanma zeminidir. Bu düzeni dönüştürebilecek ve halkı yeniden ortak bir gelecek hedefinde birleştirebilecek tek toplumsal güç, birleşik ve devrimci bir emek hareketidir. Bu hareket yalnızca mevcut rejimi geriletmekle sınırlı olmamalı; aynı zamanda onun yerine kamucu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzeni yerine koyma iddiasını taşımalıdır. Tek adam rejiminin inşa ettiği gerici siyasal tahakküme karşı halkı birleştirecek olan bu irade, yalnızca sokakta yükselen sloganlardan ibaret değil; örgütlenmiş, programatik ve süreklilik arz eden bir toplumsal güç olarak şekillenmeli, yön gösteren, mücadeleyi örgütleyen ve geleceği kuran bir pratik olarak da iddiasını ortaya koymalıdır.

Türkiye’de kamu emekçilerini ve emeklileri doğrudan ilgilendiren Toplu İş Sözleşmesi (TİS) süreci yaklaşırken, emek örgütlerinin içine düştüğü sessizlik tarihsel bir sorumluluğun ertelenmesi anlamına gelmektedir. Derinleşen ekonomik kriz karşısında emekçiler artık yalnızca geçimlerini değil, yaşam hakkını savunmak zorundadır. Elektrikten kiraya, gıdadan ulaşıma kadar temel ihtiyaçların ulaşılmaz hâle geldiği bir dönemde; TİS süreci, emekçilerin yalnızca tepkisini değil, haklarını savunma iradesini de açığa çıkarmalıdır. Bu bağlamda TİS süreci, öncesi ve esnasıyla sokaklarda, işyerlerinde ve yaşam alanlarında örülmelidir.

Grev hakkının bulunmadığı bir ülkede, Toplu İş Sözleşmesi (TİS) masası baştan eksik kurulmuş demektir. Bu eksikliği telafi etmenin yegâne yolu ise fiili-meşru mücadele zeminini büyütmektir. Grevle desteklenmeyen, kapsamlı bir eylem programıyla güçlendirilmeyen ve toplumsal desteği arkasına almayan bir pazarlık sürecinin, sistemin çizdiği dar sınırlar içerisinde kalacağı açıktır.

Sınıf mücadelesi, kadın mücadelesi olmadan eksik kalır. TİS sürecinde kadın emekçilerin haklı taleplerinin mücadelesi yalnızca kadınları güçlendirmekle kalmaz, tüm sınıfın kurtuluş mücadelesini daha derin, daha kapsayıcı ve daha dönüştürücü hale getirir. Kadın emeğini, kadın deneyimini ve kadın direnişini yok sayan hiçbir toplu sözleşme gerçek bir kazanım olamaz.

Son Söz Yerine…

Emekçilerin karşısındaki güç bloğu birleşmiş ve son derece kararlıdır. Siyasal iktidar ile sermaye sınıfı, ortak çıkarlar etrafında bütünleşerek, baskıya ve krize dayalı bu rejimi birlikte inşa etmekte; kaynakların yeniden dağıtımını sınıf lehlerine göre şekillendirmektedir. Gündelik siyasette sıradan bir enstantane gibi sunulan “baklava sofrasında buluşma” görüntüsü, aslında bu sınıfsal ittifakın toplumsal açıdan görünür hâle gelmiş biçimidir. Bu birliktelik, yalnızca sembolik değil; aynı zamanda ekonomik politikaların belirlenmesinden, yargı mekanizmalarının işlemesine kadar her düzeyde kurumsallaşmış bir ortaklığı ifade etmektedir. Emekçiler, giderek derinleşen bir yoksulluğa ve güvencesizliğe mahkûm edilmektedir.

Böylesi bütünlüklü ve sistematik bir saldırı karşısında, emek örgütlerinin parçalı ve dağınık görüntüsünün devam etmesi, artık yalnızca stratejik bir zafiyet değil; tarihsel bir sorumsuzluk anlamına gelmektedir. Emek hareketi, kendi iç çelişkilerini ve ayrışmalarını aşamadığı ölçüde, sermaye-iktidar ittifakının karşısında etkili bir toplumsal güç oluşturamaz. Dolayısıyla bugünün görevi, yalnızca mevcut duruma tepki vermek değil; fiili meşru bir mücadele hattını örmektir.

Bugün her yerde yeşeren itirazlar, birleştirici bir güçle buluştuğunda; yalnızca bu karanlık düzeni teşhir etmekle kalmaz, yerine sömürüsüz ve özgür bir toplumsal düzen kurma iradesini de açığa çıkarır.

Unutmayalım ki; tarih bizlere taraf olmayı değil, örgütlü bir emek mücadelesini yaratmayı öğütlemektedir.

GENEL GREV GENEL DİRENİŞ!

DSD TÜRKİYE YÜRÜTMESİ