YENİDEN KESK, YENİ BİR KESK

YENİDEN KESK, YENİ BİR KESK

PAYLAŞ

Olağanüstü günlerden geçiyoruz. Gücü seyreltilmiş bir askeri darbe girişiminin ardından, gücü yoğunlaştırılmış bir Olağanüstü Hal rejimiyle karşı karşıyayız. Tankların ve uçakların acımasız vahşetiyle burun buruna getirilen toplum, hukuksuz bir polis rejimine razı edilmiş durumda. Düne kadar iktidarın tüm olanaklarını paylaşanlar, bugün kendi kirli-karanlık hesaplarını halkın üzerine ölüm yağdırarak görmeye çalışıyorlar. Son 50 yıldır ülkedeki ilerici-devrimci güçleri bastırmak için emperyalist güçler eliyle organize edilen gerici, faşist cemaat ve örgütlerin Türkiye’yi getirdikleri nokta, darbe ile olağanüstü hal arasında sıkıştırılmış bir ülkenin karanlığından başka bir şey değil.

Sokaklarda patlayan bombaların, meydanlarda linç çetelerinin, işyerlerinde ihbarcılığın, medyada manipülasyonun hüküm sürdüğü bir korku düzenini yaşıyoruz. Döneklik, itirafçılık, işbirlikçilik gündelik hayatın ayrılmaz parçası haline geldi. Herkesin hayatı ve geleceği, tek bir kişinin verdiği kararlarla biçimlendiriliyor. Gece yarıları yayınlanan ve kimsenin hakkında tek bir kelime edemediği Kanun Hükmünde Kararnamelerle milyonlarca kişinin hayatı değiştiriliyor. Üniversitelerinde bilimin, aydınlığın, barış ve demokrasinin sesi olan onlarca akademisyen kamu görevinden çıkartıldı. On binlerce öğretmen sendikal haklarını kullandıkları için açığa alındı. AKP Hükümeti, geçmişin tüm günahlarını cemaatin omuzlarına yükleyerek bir yandan kendini temize çekmeye çalışırken, diğer yandan da atacağı her türden radikal adıma meşruiyet sağlayacak bir tehdit algısı yaratmaya çalışıyor.

AKP Hükümeti tüm gücünü, yarattığı bu korku rejiminden alıyor. İktidar tekelini kaybetme gerçeğiyle yüz yüze kaldığı andan itibaren ülkeyi sürüklediği şiddet ve kaos sarmalı, yüzlerce kişinin hayatını kaybetmesine, milyonlarca kişinin yerinden edilmesine, onlarca kentin yıkımına ve belki de en kötüsü toplumda filizlenmeye başlayan barış umutlarının körelmesine neden oldu. Şimdi hiç kimsenin kendini güvende hissetmediği bir savaş ortamında yaşıyoruz. Her gün toprağa verilen cenazeler, kulaklarda bomba seslerinin yankısı, tarihimize kanla işlenen katliamlar toplumun geleceğine olan umutlarını tüketiyor. AKP’nin sınırlarımızı aşan savaş arzusuyla içine sürüklendiğimiz Suriye Savaşı, yakın gelecekte çok daha kötü günler yaşayacağımızı gösteriyor. AKP Hükümeti, içerde ve dışarda körüklediği bu korku politikasıyla kendisine muhalefet eden tüm toplumsal kesimler bir bir etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor.

KAMU EMEKÇİLERİ MÜCADELESİ VE KESK

Geçmişteki kirli ortaklıklarının hesabını veremeyenler, geçmişten beri kirli düzenle mücadele eden devrimcileri de keyfi biçimde cezalandırmaya çalışıyor. Başta kamu emekçileri olmak üzere toplumun tüm kesimleri AKP Hükümeti’nin hesapsız ve dizginsiz saldırganlığına maruz kalıyor. KESK üyesi çok sayıda kamu emekçisi asılsız ihbarlarla sorgusuz sualsiz görevlerinden el çektirilmiş durumda. Sendikal eylemlere katıldıkları için on binlerce kamu emekçisi cezalandırılıyor. Yıllardır verdiğimiz kararlı mücadelemizin kazanımları bir bir ortadan kaldırılıyor. Sendika kararıyla yaptığımız eylemler bize yönelik saldırganlığın birer gerekçesi haline dönüştürülüyor. İktidarın bu hoyrat saldırganlığı karşısında bugün milyonlarca kamu emekçisi, ertesi gün işine gidebileceğinden bile emin değilse, yaşanan bu çaresizlikte “kamu emekçilerinin sesi ve güvencesi” olma iddiasıyla kurduğumuz KESK’in de sorumluluğu vardır. Bunun sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır…

Yabancılaşmayı Aşmak

Olağanüstü hal dönemleri, kolektif akla ve örgütlü duruşa en çok ihtiyaç duyulan zamanlardır. Hukukun askıya alındığı böylesi dönemlerde egemenlerin saldırganlığına karşı kendimizi ve haklarımızı koruyabilmenin yegane yolu, örgütlü ve ortak tavır geliştirebilmektir. Olağanüstü dönemler aynı zamanda, örgütlü yapıların işleyişindeki aksaklıkların da kendini en fazla fark ettirdikleri anlardır. Gündelik hayatın rutini içerisinde göz ardı edilen pek çok eksiklik, bu dönemlerde belirleyici bir unsur haline gelerek örgütsel yaşamı zaafa uğratır. Üyelerinin güvenini olduğu kadar, örgütün toplumsal meşruiyetini de sarsan bu zafiyetin kronik bir hal alması, örgütün yapısında ve işleyişindeki kronik bozukluğun göstergesidir.

Türkiye’nin en derin ekonomik-siyasal krizlerinden birinin yaşandığı dönemde, fiili-meşru mücadeleyle kurulan ve krize emekçilerden yana bir tavır koyarak büyüyen KESK’in son yıllarda karşı karşıya kaldığı her krizde bocalaması, KESK’in yapısında ve işleyişinde yaşanan bozulmanın en büyük göstergesidir. Kuruluş dönemlerinden itibaren 5 Nisan Kararları, Susurluk Süreci, 28 Şubat Süreci, 17 Ağustos Depremi, 1 Mart Tezkere Görüşmeleri, Eğitim Sen’in Kapatılma Davası gibi önemli tarihsel süreçlerde üyelerini mobilize ederek ve örgütsel yapısını geliştirerek çıkmayı başaran KESK, uzun yıllardır bu reflekslerini yitirmiş durumda.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan büyük sosyal-siyasal kırılmalar bir yana, geçtiğimiz dönemde emek hareketine heyecan veren iki önemli tarihsel eşikte, TEKEL ve Gezi Direnişlerinde KESK’in tutumu bile karşı karşıya olduğumuz sorunu tespit etmek açısından oldukça öğreticidir. Her iki direnişin de olanca yaygınlığına ve kitleselliğine rağmen, KESK’in dayanışma ilişkisinin ötesine geçen bir ortak örgütlenme-ortak mücadele pratiğini geliştirememesi yaşadığımız sorunun kaynakları açısından ipuçları vermektedir.

Türkiye’de kamu emekçileri hareketi iki temel itiraz üzerinden örgütlenmiştir: İlki kapitalist sömürü düzenine yönelik itiraz, ikincisi hakim olan geleneksel sendikacılık anlayışına itiraz… KESK’in kuruluş dönemlerinde bu iki ana itiraz ekseninde işyerlerinde açığa çıkartarak meydanlara taşırdığımız talepler, militan bir mücadele anlayışı ile bütünleşerek, kamu emekçilerinin kendi geleceklerine ilişkin kararlarının en doğrudan ifadesi biçiminde örgütleniyordu. Aradan geçen dönem içerisinde KESK’in karar alma süreçlerindeki ağırlık merkezi iş yerlerinden, sendika merkezlerine doğru değişmiş, yıllarca eleştirdiğimiz bir sendikal tarz, KESK’in rutini haline gelmiştir. KESK, uzun zamandan beri kendi rutinine teslim olmuş durumdadır. Bu teslimiyetin yarattığı yabancılaşma, KESK üyeleri ile yöneticilerinin sendikal mücadeleye bakışlarının farklılaşmasına neden olmuştur. KESK’in tarihsel mirasını sürdürebilmesinin yegane yolu bu rutini ve yabancılaşmayı kıracak bir irade ortaya çıkarmaktır. KESK’in bugünkü alt üst olmuş karar alma ve çalışma modelini yeniden ayakları üzerine doğrultmamız gerekiyor. Üyelerinin kararlarına razı olup kabullendiği bir KESK hayatı yerine, kararların sahibi ve örgütleyicisi olduğu üretken bir KESK hayatını yeniden yaratmamız gerekiyor.

SİYASAL MUTABAKATTAN KİTLE MUTABAKATINA

                İşyeri Meclisi Temelinde Sınıf ve Kitle Sendikacılığını Büyütmek

Kuruluşunun özerinden 20 yılı aşkın zaman geçen KESK’in sendikal gücünün ve toplumsal etkinliğinin daralmasında muhakkak ki Türkiye’nin yaşadığı sosyal-siyasal-ekonomik dönüşümün büyük etkileri olmuştur. Kamu hizmetlerinde yaşanan büyük çaplı özelleştirmeler, teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni olanaklar, AKP Hükümeti’nin baskıcı politikaları, yandaş sendikaların artan etkinlikleri, toplumsal kamplaşmanın ulaştığı boyutlar gibi pek çok dışsal etmen, KESK’in özellikle işyeri örgütlenmelerinde ciddi olumsuzluklar yaratmıştır. Geçmiş süreçlerde kolaylıkla iletişime geçebildiğimiz geniş kamu emekçisi kitlesiyle aramızdaki ilişki sınırlanmıştır. Sendikaların kendini yenileyebileceği, nefes alabileceği, yeniden örgütleyebileceği alanlar daraltılmıştır. Kamu emekçilerinin hem birbirileriyle hem de kamu hizmetinden faydalanan halk kesimleriyle arasına görünür-görünmez bariyerler inşa edilmiştir. Kamu emekçilerinin toplumsal etkinliğinin azalmasıyla, sendikaların kamu emekçileri nezdindeki etkinliği de azalmıştır.

Bununla birlikte yaşanılan sorunun kaynaklarını tümden dışsallaştırarak yıllar içerisinde KESK’e ve bağlı sendikalara egemen olan hataları yok saymak mümkün değildir. Bu hataların en büyüğü ve belirleyici olanı yıllar içerisinde KESK yönetimlerinde emek ve sermaye çelişkisini esas alan “sınıf ve kitle sendikacılığı” anlayışı yerine, konuyu kimlik-kültür sorunlarına indirgeyen bir sendikal mücadele anlayışının egemen hale gelmesidir. Tarihsel olarak emeğin sınıfsal çıkarlarını korumak için oluşturulmuş sendikal örgütlülüklerde emeğin çıkarlarını talileştirmek, farklı taleplerle eşitlemek mücadelenin kendi doğasıyla çelişmektedir. Bu çelişki, örgütsel bünyenin doğal refleksleriyle, yönetim kademelerinin refleksleri arasındaki açıyı her defasında daha da büyütmektedir.

Sendikalar işçi sınıfının ekonomik talepleriyle politik taleplerinin kendine özgü bir bileşkesidir. Dolayısıyla sendikal mücadeleyi ekonomik-demokratik-sosyal hak taleplerine indirgemek ne denli hatalıysa, siyasal taleplere indirgemek de aynı oranda hatalıdır. Bu hatalı yaklaşım uzun bir dönemden beri KESK yönetimlerine hakim durumdadır ve KESK’i Kürt Sorununun siyasal aktörüymüş gibi yönlendirmektedir. Hal böyle olunca Kürt Sorununun kendine özgü dinamikleri ve problemleri KESK örgütlülüğüne doğrudan yansımaktadır. Özellikle Kürt Sorununda çözümsüzlük ve şiddetin arttığı süreçler, KESK’in bütünüyle hareket edemez hale gelerek güç kaybettiği dönemler haline gelmektedir. Kürt Sorunu’nun ve savaşın en korkutucu dönemleri sayılan 90’lı yıllarda barış talebini gür biçimde dillendirerek kendi örgütsel inşasını sağlayan KESK’in bugün karşı karşıya kaldığı açmazı anlayabilmek ve aşabilmek için sendikal mücadele anlayışını sorgulamak gereklidir. Kamu emekçileri hareketi “kimlik mücadelesinin” bir türevi olmaktan çıkartılıp yeniden “sınıf mücadelesi” zeminine oturtulmalıdır. Bunu söylemek, elbette kültür-kimlik sorunlarını ve Kürt halkının demokratik taleplerini görmezden gelmek anlamına gelmemektedir. Fakat mücadele araçları ve mücadelenin talepleri arasındaki diyalektik bütünlüğü doğru kuramamak, hem o mücadele aracına zarar vermekte hem de mücadele taleplerinin başarıya ulaşmasına engel olmaktadır. KESK uzun yıllardır kaldıramayacağı bir siyasal yükü omuzlamaya çalışmakta ve bu yük örgütün hareket kabiliyetini sınırlandırmaktadır.

KESK’in sendikal anlayışındaki bu eksen kaymasının temel nedeni, kuruluş yıllarındaki genel kurullarda çoğulcu bir demokratik yönetim sağlamak için kullanışlı görülen “siyasal mutabakat” mekanizmasının aradan geçen zaman içerisinde dejenere olarak bir tür “siyasal dayatma” haline dönüşmesidir.

Mevcut tüzük ve yönetmelikler yürürlükte olduğu sürece KESK kurullarında ittifakların olması doğaldır. Doğal olmayan şey, bu ittifakların emek hareketi ve sendikal mücadele eksenindeki saflaşmalar yerine salt siyasal mücadele ekseninde gerçekleşen saflaşmalar olmasıdır. Temsili mekanizmalardaki bu dışsal ittifakların yarattığı KESK hayatı, örgütsel yapının organik işleyişini bozarak örgüt bütünlüğü içerisinde kolektif bir mücadele hattının oluşturulmasının da en büyük engellerinden biridir.

KESK üyelerini kendi örgütüne yabancılaştıran bu çarpık işleyişi düzeltmenin yolu sadece seçim sistemini değiştirmek, kongre ittifaklarını ortadan kaldırmak ya da yönetim yapısını değiştirmek değildir. Bu işleyişi düzeltmenin yegane yolu KESK’in iç hayatının aşağıdan yukarıya bütünüyle demokratikleştirilmesidir. İşyeri meclislerinden başlayarak doğrudan katılıma dayalı bir demokratik iç hayat yaratıldığında zaten yürütme kurullarının o ya da bu siyasetin kontrolünde olmasının önemi de ortadan kalkacaktır. Sağlıklı bir demokratik iç işleyiş, tıpkı sağlıklı işleyen organizmaların bağışıklık sistemi gibi, yukardan ve dışardan dayatmaları bir biçimde elemine edecektir.

Çalışma yaşamının ve çalışanların gündelik problemlerine duyarlı bir anlayışla çalışan işyeri meclislerinin inşası, delegelik sistemi yerine doğrudan katılımı esas alan bir temsil sistemi, her aşamada yaygın meclis sistemi ve meclis kararlarını esas alan bir yönetim anlayışı KESK’i ihtiyaç duyduğu dinamik yapıya kavuşturacaktır. Bu yeniden yapılanma çağrısı, KESK’i kuruluş değerleri etrafında yeniden örgütlemeye dönük bir kitle mutabakatının yaratılması anlamına gelmektedir.

YASANIN ÖTESİNDE: BİRLEŞİK MÜCADELE-ORTAK ÖRGÜTLENME

                Birleşik Emek Hareketini Yaratmak

KESK’i var eden kamu emekçileri hareketinin tarihsel mirasını en net biçimde tanımlayan kavramın “fiili-meşru mücadele” olduğu söylenebilir. Buradan hareketle bugün kamu emekçileri hareketinin yaşadığı soruna ilişkin temel tespit de, fiili-meşru mücadele çizgisinin terk edildiğidir. Pek çok kişiye göre 2001 yılında kabul edilen Grevsiz-Toplu Sözleşmesiz sendika yasasına razı olmak, KESK açısından bir dönemin sonu olmuştur.

Kuşkusuz KESK’in mevcut sendika yasasından kaynaklanan problemleri vardır. Fakat bugün kamu emekçileri hareketinin içinde bulunduğu sorun tek başına bir yasa sorunu değildir. Sorun, kamu emekçileri hareketinin kendisini bu yasal sınırlara sıkıştırması sorunudur. Sorun, kamu emekçileri mücadelesinin ilk ve en önemli taleplerinden biri olan “grevli, toplu sözleşmeli sendika” şiarının adeta unutulmuş gibi hiçbir platformda dile getirilmez oluşudur. Toplumsal mücadeleler tarihinin bize fısıldadığı en büyük sırlardan birisi, hak alma mücadelesinde yeni mevziler kazandıran örgütlenmelerin, ancak verili hukuk kurallarının dışına çıkılarak gerçekleştirilebildiğidir. Hukuk, her durumda, mevcudu koruyup sürdürmek üzerine yapılandırılmıştır. Dolayısıyla bu hukuksal düzenin sınırlarının ötesine geçmeden, yeni hak kategorileri tanımlamak ve bunlara sahip olmak mümkün değildir.

Yasal sınırların ötesine geçmekten kasıt eylem çizgisinin radikalliği ya da üyelerin militanlığı değil, çok daha ötesinde, örgütlenme anlayışı olarak hukuki sınırlılıkları aşan bir ufka ve programa sahip olmaktır. KESK’in kuruluş döneminden beri alameti farikalarından biri olan militan eylem çizgisini uygulanabilir ve sürdürülebilir kılan şey, üyelerini ve geniş toplumsal kesimleri kararların ve eylemlerin aktif katılımcısı kılan bir ikna süreci işletilerek yaratılan kitlesel meşru zemindir. Bu anlayışla örgütlenmeyen hiçbir eylem ve etkinlik, haklılığından ya da doğruluğundan bağımsız olarak örgütsel hayatı zedelemektedir.

KESK deneyimini toplumsal mücadeleler tarihimiz açısından önemli ve benzersiz kılan şey, kuruluş tartışmalarından itibaren kendine özgü bir kamusallık anlayışı tarif etmeyi başararak kamu emekçilerini sınırlandıran hukuki ve teorik zincirleri paramparça etmesidir. “Kamu Emekçisi” kavramsallaştırması, hukuki olarak devlet memurluğu anlayışının ötesinde bir öznellik tarif ederken aynı zamanda sendikal geleneğe sirayet eden sahte beyaz yaka-mavi yaka ayrımını da anlamsızlaştıran bütünlüklü bir emekçi tanımını mümkün kılmıştır. Bu çığır açıcı yaklaşımın bugün hala bize öğreteceği çok şey vardır.

Hukuki sınırlılıkları aşma açısından ilk akla gelen ve önümüzde duran en önemli gündemlerden birisi KESK’in kuruluş amaçları arasında yer alan Birleşik Emek Hareketi’nin yaratılmasıdır. Birleşik Emek Hareketi’nden anlaşılması gereken farklı konfederasyonların ortak eylem ve etkinlikler yapması değil, aynı işyerinde çalışan tüm emekçilerin birleşik mücadelesi ve ortak örgütlenmesidir. Aynı işyerinde “kamu emekçisi”, “sözleşmeli personel”, “işçi”, “taşeron işçi”, “kiralık işçi” gibi farklı statülerde istihdam edilen tüm çalışanların ortak örgütlenmesi mevcut sendikal yasaların sınırlarını aştığı gibi, neo-liberalizmin en önemli sonuçlarından biri olan emeğin parçalanması sorununda da önemli bir dalgakıran işlevi görecektir. Çalışma yaşamının ve üretim süreçlerinin bu denli parçalandığı bir dünyada, bu farklılaşmış çalışma formlarını ortak bir mücadele zemininde bir araya getiremeyen hiçbir örgütlenmenin hayatta kalma şansı bulunmamaktadır.

Birleşik mücadele-ortak örgütlenme doğrultusunda ikircikli bir tutum yerine fiili adımlar atılmalıdır. Bu doğrultuda atılacak her başarılı adım, hem sendikaların hareket alanını sınırlandıran yasal düzenlemelere, hem de küresel çapta emek hareketini parçalamaya çalışan neo-liberal anlayışa karşı kazanılacak büyük zaferin hazırlayıcısı olacaktır. Böylesi bir örgütsel deneyim aynı zamanda 80’li yıllardan beri emek hareketinin en büyük sorunlarından biri olan “sorun merkezli”, “sınırlı”, “kısıtlı” mücadeleler yerine, “bütünlüklü”, “eşgüdümlü” ve “yaygın” mücadele pratiklerinin yaratılmasının da önünü açacaktır.

Birleşik mücadele-ortak örgütlenme konusundaki önemli ve çığır açıcı modellerden birisi, örgütlenme ve mücadele zeminini sadece işyerinde çalışanlarla sınırlı görmeyen, o hizmetin faydalanıcılarını da örgütlenme-mücadele sürecinin içine katan bir perspektiftir. Yakın zamanda önemli ve umut verici deneyimler yaşayan Veli-Der tarzı örgütlenmelerin kamu hizmetleri alanındaki diğer işkollarında da yaygınlaştırılması ve kamu emekçileri hareketiyle bütünlüklü hale getirilmesi yepyeni ve daha geniş mücadele alanları yaratabilir. Üniversitelerde akademisyenlerden idari personele, öğrencilerden taşeron işçilere kadar tüm üniversite bileşenlerini kapsayan; hastanelerde doktoralardan hastane personeline, hastalardan taşeron işçilere kadar sağlık alanının tüm unsurlarını içeren; devlet dairelerinde hizmet alan ve hizmet veren arasındaki sahte duvarları yıkan her türden mücadele ve örgütlenme pratiği, önümüzdeki dönemin en temel hedeflerinden biri olmalıdır.

Kamu Emekçilerinin İş Güvencesi

Türkiye’de yürürlükte olan yasalara göre kamu hizmetleri, kamu emekçileri aracılığıyla yürütülür. Dolayısıyla kamu hizmetlerinin sağlıklı biçimde işleyişinin sağlanması ancak kamu emekçilerinin çalışma hayatının sağlıklı biçimde düzenlenmesiyle mümkündür. Bu düzenleme konusundaki ölçütümüz, kamu hizmetlerine esas olan “süreklilik”, “genellik”, “tarafsızlık”, “eşitlik” gibi temel ilkelerin kamu emekçilerinin çalışma yaşamında da uygulanmasıdır.

Türkiye’deki kamu personel rejiminin en önemli unsuru, kamu emekçilerinin iş güvencesidir. İş güvencesi, sadece emekçilerin geleceklerini korumakla kalmaz, aynı zamanda kamu emekçilerinin hükümetler karşısındaki özerkliğini de korur. Yani kamu hizmetlerinin tarafsızlığını, eşitliğini, sürekliliğini sağlayan, hükümetlerin gündelik siyasal çıkarlarının toplumsal yaşam üzerindeki tayin ediciliğini sınırlandıran en önemli unsur kamu emekçilerinin iş güvencesidir.

Yıllardır iktidarda olan sağ hükümetler, diledikleri gibi kadrolaşabilmek ve toplumu gerçek anlamda cendereye alabilmek için kamu emekçilerinin iş güvencesini kaldırmak istemektedir. Geçmişte “verimsizlik”, “hantallık”, “bütçe yükü” gibi gerekçelerle uygulanmaya çalışılan bu plan günümüzde “terör örgütüne destek” gibi daha kriminalize ve siyasi bir gerekçeye dayandırılmak istenmektedir. Bu manipülasyona sessiz kalamayız. Yıllarca devlet kadrolarını hakkaniyet ve liyakat usulü yerine cemaat-tarikat ilişkileriyle doldurmanın topluma faturası ağır olmuştur. Kamu emekçilerinin güvenli gelecek-güvenceli iş mücadelesi, kendi ayrıcalıklarına korumaya ilişkin bir talep değil, tüm toplumun geleceğine sahip çıkma gayretidir.

LAİKLİĞİ KAZANMAK

Türkiye’nin bugünkü öncelikli gündemleri, KESK’in de öncelikli gündemleridir. Bunların en başında mevcut olağanüstü hal rejiminin ve uygulamalarının derhal sonlandırılması gelmektedir. Darbe girişiminin tüm sorumluları ve ilişki ağları hızla ortaya çıkartılarak olağanüstü hale gerekçe oluşturan koşullar ortadan kaldırılmalı, bu süreçte yaratılan mağduriyetler telafi edilmelidir. İçerde ve dışarda toplumsal barışın sağlanması için derhal silahlar susturulmalıdır.

Yaşadığımız darbe girişimi, dinsel cemaatlerin toplum açısından ne denli büyük bir tehdit olduğunu da göstermiştir. Devrimcilerin yıllardır dile getirdikleri bu gerçekle bu denli acı biçimde yüzleşmek, toplumda sarsıcı bir etki yaratsa da, yaşanan bu deneyim Gülen Cemaati’ne has bir olguymuş gibi gösterilerek sorunun gerçek yüzü örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Oysa sadece Gülen Cemaati üyeleri değil, yıllar boyunca sağcı iktidarlar tarafından kollanarak devletin tüm kurumlarında egemen hale getirilen tüm dinci gerici yapılar devlet kadrolarından ve kamu hizmetlerinden arındırılmadan yarattıkları tehdit ortadan kalkmaz. Bunu sağlamanın yolu ise kerameti kendinden menkul bir istihbarat faaliyeti değil, laiklik ilkesinin derhal ve etkin biçimde hayata geçirilmesidir.

Laiklik, demokratik bir devlet yapılanmasının en temel yapıtaşı ve ilkesidir. KESK geçmiş dönemde laiklik ilkesinin savunulması konusunda aktif bir tutum almakta tereddüt yaşamıştır. Önümüzdeki dönemde bu tereddütlü yaklaşım terkedilerek laikliğin kazanılması için bütünlüklü bir eylem programı oluşturulmalıdır. Başta kamu kurumları ve kamuya hizmet sunulan alanlar olmak üzere her türden kamusal mekânın organizasyonunda; kamuya ilişkin alınacak karar ve yapılacak düzenlemelerde; eğitim ve sağlık alanlarının yapılandırılmasında hiçbir biçimde dinsel kuralların temel alınamayacağı kabul edilmelidir.

Türkiye’de laiklik basit anlamda devletin kurumsal organizasyonuyla sınırlı bir talep değil, sosyal hayatın devamlılığı ve kadınların mücadelesi açısından da vazgeçilmez bir unsurdur. Ataerkil baskı, kapitalizme olduğu kadar gerici-dinci, İslamcı politikalara içkin olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinsel anlayışları gereği kadınları eve kapatarak kamusal alandan uzaklaştırmaya çalışan AKP Hükümeti, bunu sağlayabilmek için kadın bedenine yönelik her türden saldırganlığı görmezden gelmekte, hatta kolaylaştırmaktadır. Eril şiddet karşımıza otobüste şortlu kadına atılan tekme, parkta hamile kadına yapılan saldırı, taciz, tecavüz ve cinayet olarak çıkmaktadır. Dinin kadına yüklediği ikincil rol, kapitalist üretim mantığıyla birlikte kadınları iki kat sömürmektedir; kadın emeği ucuz iş gücü olarak tarif edilerek hem hane içinde hem de iş yerlerinde sömürüyü en derin biçimde yaşamaktadır. AKP’nin 14 yıllık iktidarı süresince adım adım getirdiği İslamcı faşist düzene, eril şiddete, kapitalizme ve özellikle gericiliğe karşı çıkmadan, laikliği kazanma mücadelesi vermeden kadın özgürleşmesi mümkün değildir, bu mücadelenin muhatabı da kadın emekçiler olacaktır.

Uzun yıllar boyunca devlet organıyla iç içe geçmiş dinsel yapılar, 12 Eylül sonrasında tüm topluma zerk edilen Türk-İslam Sentezi anlayışı ve nihayet AKP’nin 14 yıldır sistematik biçimde uyguladığı yıkıcı politikalarla beraber artık kurumsal olarak savunulacak bir laiklik yerine, fiili olarak kazanılacak bir laiklikten bahsetmek çok daha yerinde olacaktır. Bu tespit, laiklik mücadelesinin bir savunma içgüdüsü olmaktan çıkartılarak, temel bir mücadele hedefi haline dönüştürülmesi anlamına gelmektedir. Bu mücadeleyi kazanmadan, toplumu ve devleti gerçek bir laiklik anlayışıyla yeniden kuşatmadan eşitlik, özgürlük ve demokrasi konularında da gerçek bir kazanım elde edilemez. Bunu yapmak için de, AKP’nin ve cemaatlerin dinci gericiliği topluma egemen kılma cüretleriyle boy ölçüşebilecek bir cesaret ve kararlılıkla laikliği kazanmaya çalışmalıyız!

KAMUYU KAZANMAK

Toplumda cemaat ilişkilerinin bu denli yaygın olmasının önemli bir nedeni de neoliberal politikalarla beraber sosyal devlet ilkesinin terk edilmesidir. 80’li yıllardan itibaren devletin kamusal hizmetlerden el çekmesi, bu alanlarda faaliyet gösteren cemaat yapılarının etkinliğinin artmasına neden olmuştur. Eğitim, sağlık, sosyal hizmet gibi alanların ticarileştirilerek bu alanlarda fırsat eşitsizliğinin artması, yoksul halk kesimlerinin cemaat yapılarına bağımlılığını büyütmüştür. Cemaatlere güç sağlayan bu anlayış ve işleyiş ters yüz edilmeden, cemaatlerin etkinliğini sona erdirmek mümkün değildir.

Türkiye’de kapitalizmin yukardan aşağıya gelişimi, devlet örgütlenmesinin ekonomi ve toplumsal yapı içerisinde çok daha etkin bir rol oynamasına neden olmuştur. Bu durum, ister istemez -batıdaki toplumların aksine- kamu üzerine yürütülen tüm tartışmaların odağına devletin alınmasına neden olarak tartışmayı gerçek zemininden uzaklaştırmaktadır. Öncelikle tespit edilmesi ve altının çizilmesi gereken temel nokta, kapitalist bir toplumda devletin hiçbir zaman kamusallık iddiasının ve idealinin taşıyıcısı ve temsilcisi olamayacağı gerçeğidir. Bu idealin taşıyıcısı, halkın doğrudan katılımıyla ve yaratıcı girişkenliğiyle oluşturulmuş demokratik meclisler olmak zorundadır. Mevcut bürokratik ve antidemokratik yönetim yapısı, kamusal yaşamın demokratik biçimde yeniden üretilmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Bu yüzden yaşamın her alanında demokratik-özyönetim pratikleri yaratılmalı ve “eşitlikçi”, “özgürlükçü”, “katılımcı”, “laik”, “çoğulcu”, “ekolojist” ve “toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten” meclisler kurulmalıdır. Bu bakış açısından hareketle kamuya ait tüm işletmelerde emekçilerin ve ilgili emek-meslek örgütlerinin demokratik katılımıyla üretim sürecinin demokratikleştirilmesi ve toplumsallaştırılması esas alınmalıdır. Emekçilerin üretim sürecine, ürettiğine, kendine ve dünyaya yabancılaşmasının önüne ancak böyle geçilebilir. KESK bütün örgütünü seferber ederek, bu meclisleşme sürecinin örgütleyicisi olmalıdır.

Kamusallık anlayışının demokratik içeriği kadar ekonomik boyutları da önemlidir. Bu alanı kaybedilmiş bir mevzi olarak görmek yerine, yıllardır topluma dayatılan kâr odaklı neo-liberal program karşısında kamusal bir ekonomik programın savunusunu büyütmek zorundayız. Bu sadece siyasi partilerin değil aynı zamanda KESK’in ve diğer emek-meslek örgütlerinin de sorumluluğudur. Başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma, beslenme, su, enerji ve ulaşım olmak üzere “temel insan hakları” hiçbir biçimde ticarileştirilemez. Enerji, iletişim, tarım gibi sektörler, toplumsal mahiyetleri ve yarattıkları toplumsal faydaları göz önünde bulundurularak piyasanın sınırsız sömürüsüne terk edilemez. Bu alanlar yatırımların mülkiyetine bakılmaksızın planlama, üretim ve dağıtım aşamalarında kamusal denetime tabi tutulmalıdır.

Kamu ve kamusallık üzerine tartışmaların özü ve anlamı, halkın kendi yaşamı ve geleceği üzerine söz söyleme ve bu sözü hayata geçirme mücadelesidir. Özelleştirmelerden anayasa tartışmasına, laiklikten çevre mücadelesine, kent planlamasından kadınların eşitlik taleplerine kadar tüm mücadele pratiklerini kamusallık başlığında birleştiren de bu özdür. Bu gerçeklikten hareketle önümüzdeki dönemde KESK, kamusallık fikrini yeniden ve eskisinden daha güçlü biçimde sendikal gündeminin merkezine oturtmalıdır. Yeni dönemdeki kamusallık tartışması eşitlikçi, özgürlükçü demokratik bir toplumsal tahayyülün varoluş zemini olarak tanımlanmak zorundadır. Toplumun geniş kesimlerinin dâhil edileceği bu tartışma, bugün içinden geçtiğimiz karanlığın aşılmasında önemli bir umut ışığı olacaktır.

AYNI KARARLILIKLA YENİDEN BAŞLIYORUZ…

Bugünün Türkiyesinde yaşanan onca kötülüğe bakıp “biz haklıydık” demek önemli ve değerli bir şeydir fakat aynı zamanda başarısızlığın da itirafıdır. Söylediklerimizde haklı olduğumuz kadar yaptıklarımızda başarılı olsaydık, ülkenin dinci gericiliğin farklı fraksiyonları arasındaki çıkar çatışmasına teslim olmasına izin vermezdik. Dolayısıyla artık doğru şeyler söylerken, başarılı işler de yapmak zorundayız. Bunun için de ilk önce KESK’te ve bulunduğumuz diğer tüm emek örgütlerinde sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışına dayalı devrimci sendikacılık tarzını yeniden egemen hale getirmeliyiz!

AKP iktidarda bulunduğu 14 yıllık süreç boyunca kendisini büyütürken, Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke yapan her türden toplumsal değeri ve kurumsal yapıyı tüketti. Dayanışmayı, iyiliği, dostluğu, dürüstlüğü, hoşgörüyü, paylaşımı topluma egemen hale getirmeden, AKP’nin çıkarcı, bencil, kötücül, intikamcı iktidarını alaşağı edemeyiz. AKP’nin tükettiği, değersizleştirdiği ne varsa, hepsini devrimci iddialarımız ışığında yeniden kurmak bizim sorumluluğumuzdadır. Mahallemizi, sokaklarımızı, iş yerlerimizi, okullarımızı, sendikalarımızı yeniden örgütleyeceğiz ve daha güçlü örgütleyeceğiz. Bu görev ve sorumluluk hepimizindir.

Bu niyetlerle, çok sayıda kamu emekçisi arkadaşın katkı ve önerileri ve uzun bir tartışma ve değerlendirme süreci sonucu ortaya çıkmış olan bu metin, önümüzdeki dönem kamu emekçileri hareketinin yeninden kurulması ve KESK’in tarihsel birkimine ve mücadele deneyimlerine uygun olarak yeniden yapılandırılması için bir yol haritası sunmayı amaçlamaktadır. Bu metin doğrultusunda tüm kamu emekçilerini katkı sunmaya ve birlikte yol almaya çağırıyoruz.

Not: Bu Metin KESK ve bağlı sendikaların Genel Kurulları sürecinde etkin ve katılımcı bir politik tartışma sürdürülebilmesi için hazırlanmış bir taslaktır.