Yaşadığımız coğrafya, ne yazık ki, farklı kimliklerin yok sayıldığı, inkar edildiği, asimile edildiği ve hatta -hepimizi yarım bırakan 10 Ekim Katliamında yaşadığımız gibi- imha edildiği bir coğrafyadır. Bizler ise Eğitim Sen adlı bu okulda “Her halk saygındır. Her kimlik saygındır” şiarıyla “dil farkı bilmeden, din farkı bilmeden” yetiştik. Savaş çığırtkanlığıyla, şovenizmle, ötekileştirmeyle gelen vasata asla teslim olmadık. Farklılıkları yok saymadan eşit özgür bir şekilde barış içinde bir arada yaşam umuduyla, egemenlerin dayattığı mermer modeline karşı mozaik kalarak direndik. Çoğunluk kimliğinin tahakkümüne karşı, eşit yurttaşlığı esas alan bir yaşam kurduk. İşçi sınıfının yönetmeni Ken Loach’un “Ben, Daniel Blake” filminin kapanışında Blake’in dediği gibi: “Ben bir yurttaşım ne eksik ne fazla…” Bu sözler sınıfsal bir başkaldırıydı. Bunu ülkemizde kimliklere uyarladığımızda bu sözlerin hakkını verebilecek yegane emek örgütünün bir kadrosu olmaktan gurur duyduğumu söylemeliyim. Ancak ne yazık ki son zamanlarda örgütümüzün varoluşsal ekseni olan emek-sermaye çelişkisini tali gören, “demode” ve hatta “arkaik” bulan kimlik siyaseti indirgemeci yaklaşımları üzülerek görüyoruz. Bu sürece işyerlerinden doğru birleşik emek mücadelesi perpektifiyle, kitle mutabakatına dayanan sınıf eksenli bir müdahalenin acil bir ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Bugünlerde ekonomik koşullar nedeniyle hiçbirimizin kayıtsız kalamadığı promosyon tartışmaları sürüyor. Ancak hepimizin bildiği gibi, emekçilerin gerçek çıkarı promosyon sözleşmelerinde değil, grev hakkını da içeren gerçek ve özgür bir toplu sözleşme sürecindedir. Bununla birlikte promosyon tartışmaları bize bir şeyi göstermektedir: İşyerinde emekçiler hak kazanmak için birleşik emek mücadelesine dahil olmaya yatkındır. Bunu bilince çıkararak emekçileri çalışma yaşamlarına dair söz yetki ve karar sahibi kılacak irade; bu mücadele okulundadır. Encümen-i Muallimin’den başlayarak TÖS’ten, TÖB-DER’den Eğit-Sen’den devraldığımız mücadele mirasımız bize bunu anlatmaktadır.
Eski Türkiye’nin gerçekten laik olup olmadığı tartışması vardı. Ancak şu an hepimiz hemfikiriz ki ortada tartışılacak ve hatta kurtarılacak bir laiklik kalmadı. Bugünün temel görevlerinden biri laikliği kazanmaktır. Ben dar gelirli velilerin, parçalanmış ailelerin tercih ettiği bir okulda görev yapıyorum ve bizzat gözlemliyorum. Devletin derinliklerine, ruhuna, yasalarına, metinlerine, reflekslerine sinen Siyasal İslam; tarikatlar eliyle yoksul mahallelerde toplumun tüm kılcal damarlarına sızmıştır. Laiklik, -öyle sanıldığı gibi- “elitlerin, tuzu kuru orta sınıfların” değil, “zengine han-hamam yoksula din iman” diyen bu düzende emekçi halkımızın en temel ihtiyaçlarındandır ve sınıfsaldır. Kamuda dini imtiyazlardan arındırılmış bir eşit yurttaşlık için, “sömürüye rıza üretme ve emek denetimi mekanizması” olarak dinin araçsallaştırılmasına dur demek için laikliği kazanmalıyız.
Okulöncesi eğitim kurumlarına mescit zorunluluğu getiren yönetmelik siyasal islamın özeti niteliğindedir. Aynı yönetmelik fiilen uygulanan katkı payı uygulamasını da resmileştirmiştir. Özetle siyasi iktidar inanç istismarı ile kandırıp, yurttaşları müşteri haline getirmektedir. Oysa nitelikli, kamusal, parasız, bilimsel, demokratik ve anadilinde eğitim bir haktır; lütuf değil. Bugünün diğer bir acil ihtiyacı, “halka ait olan ne varsa geri alma”, “kamuyu kazanma” mücadelesidir.
Size bir devrimci öğretmenden, Cengiz Aksakal’dan bahsetmek istiyorum. Cengiz Aksakal 12 Eylül zindanlarında işkencede katledildi. AİHM’de açtıkları davayı kazanan ailesi, ödenen tazminatla Şavşat Devlet Hastanesinde 30 kişilik bir diyaliz ünitesi kurdu. Emekçi halkın yarınları için mücadele ederken halk düşmanları tarafından katledilen Cengiz Aksakal, yoksul insanlara yaşam umudu olmaya devam ediyor.
İşte direnç ve umudun diyalektiği!
Mücadelemiz öncesiz de değildir, sonrasız da…
Gelecek, dünden birikip gelen bugünün bağrından doğacaktır…
Sözlerimi emek mücadelesi tarihinin emekleme dönemlerinden bir örnekle bitirmek istiyorum. Sene 1796. İşçi sınıfı tarih sahnesine çıkıyor. Sendikaların öncüllerinden Londra Yazışma Derneğinin kadrolarına gönderdiği not son derece anlamlıdır:
“İnsan soyunun düşmanlarıyla yalnızca kendin için değil, zira tam özgürlük gününü göremeyebilirsin, ama anne memesindeki çocuk için boğuşuyorsun.”
Bu not hala güncelliğini, geçerliliğini koruyor.
Mücadelemiz, çocuklarımızın aydınlık yarınları içindir…
Mücadelemiz, çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakma mücadelesidir…
Dirençle, dayanışmayla, umutla geleceği kuralım…
Eğitim Sen Eskişehir Şubesi
Şube Örgütlenme Sekreteri