EMEKÇİLERİN GÜNCEL GÖREVLERİ VE SEÇİMLER

EMEKÇİLERİN GÜNCEL GÖREVLERİ VE SEÇİMLER

PAYLAŞ

EMEKÇİLERİN GÜNCEL GÖREVLERİ VE SEÇİMLER
14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak seçimler Cumhuriyet tarihinin belki de en kritik seçimleri olacak, çünkü ülkenin geleceğinin oylanacağı referandum niteliğinde tarihsel önemde bir seçimle karşı karşıyayız.
Ülkemizde uygulanan neoliberal politikaların vahim sonuçları her geçen gün daha da derinden tüm şiddetiyle yaşanmakta, emekçi halk kesimlerinde ciddi yıkımlara yol açmaktadır.
Emperyalizm ile iş birliği halinde sermaye tarafından Cumhuriyetin ilerici birikimleri 40’lardan itibaren tasfiye edilmeye başlandı. Türkiye’nin kültürel, sosyal, ekonomik, siyasal birikimi ve değerleri; AKP döneminde yıkıma uğradı. Diğer taraftan AKP, 20 yılı aşan iktidarı süresince ülkeyi üretemez ve uluslararası sermayeye daha da bağımlı hale getirdi. Kamu iktisadi teşekkülleri, üretim tesisleri özelleştirilip yok edilirken, tarımın uluslararası tekellerin lehine düzenlenmesinden, doğanın talanına, Tekel’den şeker fabrikalarına kadar cumhuriyetin tüm kamusal birikimi yerli ve yabancı sermayenin sınırsız sömürüsüne açıldı.
Tüm dünyayı sarsan Covid 19 pandemisi, neoliberalizmin, piyasacılığın ve özelleştirmelerin yarattığı büyük yıkımı en çarpıcı haliyle gözler önüne sererken; eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, enerji, haberleşme gibi en temel hakların kamusal hizmet olarak sunulmasının önemini de açığa çıkardı. 6 Şubat’ta yaşadığımız 11 ildeki büyük yıkımla, iktidar eliyle felakete dönüştürülen, on binlerce ölümle ve milyonlarca insanın evsiz kalmasıyla sonuçlanan depremlerle daha da önem kazanan parasız sağlık, parasız eğitim, kamuculuk, laiklik, antiemperyalizm gibi toplumsal talepler çok daha geniş kesimlerde karşılık bulmaktadır.
Türkiye bugün çok kapsamlı bir kriz yaşıyor. AKP’nin iktidardan indirilmesi önemli bir görev ama yerine neyin geleceği, seçim sonrasında “yeni”nin nasıl ve hangi politika üzerine inşa edileceği de son derece kritik ve toplumsal taleplerin taşıyıcısı olan ve bu yeniyi inşa edecek kolektif öznenin açığa çıkarılması, örgütlenmesi ve bu anlamda toplumsal bir mücadele yaratılması daha da önemli. Dolayısıyla biz emekçileri bekleyen ikili bir görevle karşı karşıyayız. Hem iktidarın değişmesi için en geniş cephenin içinde olmak, hem de toplumsal talepler üzerinden örgütlenecek yeni bir sürecin öznesi olmak.
AKP’nin Ekonomik Politik Toplumsal Enkazı
AKP iktidarı “yoksulluk, yolsuzluk ve yasakları” ortadan kaldırma, barış, katılımcı demokratik bir Anayasa, 12 Eylül vesayet rejimi ile hesaplaşma, sivilleşme vb. söylemler ile iktidara gelmişti. Kendisi yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar iktidarına dönüştü. Neoliberal politikaların hayata geçirilmesini, dışa bağımlılığı ve yoksulluğu daha da arttıran rekor özelleştirmeleri başarı öyküsü gibi sunmaya çalışsa da; ekonomik alanda kalkınma, gelişme, büyüme, ilerleme olarak gösterse de ülkeyi tek bildiği “değer” olan sermayeyi koruyan rekabetçi ilişkilerine teslim etti. Mülkiyet ve emek rejimini piyasa ilişkilerine uygun olarak yeniden düzenleyen özelleştirmelerin, yer altı ve yer üstü kaynaklarının talanının, yolsuzlukların, iktidarın eline geçirdiği kamu gücünü rant dağıtmak ve zenginleşmek için kullanmasının sonucunda ülke ekonomik krizlerin pençesinde kıvranmaktadır. Geniş halk kesimleri yoksulluğun, emek sömürüsünün derinleştiği, grevlerin erteleme adı altında yasaklandığı, işsizliğin, iş cinayetlerinin ve şiddetin arttığı bir sarmalın içerisindedir.
Yargıdan başlayarak tüm kurumların ele geçirildiği, parlamentonun devre dışı bırakıldığı, gericiliğin hortlatıldığı, tahammülsüz, sorgulanamaz, saldırgan, despotik yönetim anlayışı ile gelinen nokta Siyasal İslamcı Tek Adam Rejimi oldu. Yalan ve kirli propaganda ile ilkel dürtüler, mistik inançlar harekete geçirilirken, şuursuz ve saldırgan, dinci, gerici erkek egemen bir kültür oluşturuldu.
Kamu kurumları cemaat ve tarikatlar arasında pay edildi, mafyalaştı. Mevcut kamu kurumları uzun süredir devam eden liyakatsiz politikalar ile işlevini yitirdi. Her geçen gün bu sürecin yansımaları tüm gerçekliliği ile daha açık seçik ortaya çıkmaktadır. Her alanda kişiselleşen ve “Şahsı”nda cisimleşen, temel insani değerlerin, kuralların, kurumların ve yasaların yok sayıldığı, ayaklar altına alındığı bir sürece tanıklık etmekteyiz.
Seçimle alamadığı belediyelere kayyum atayan, meslek odalarının yasasını değiştirmeye çalışan, iktidarının bekası ve kendi çıkarı için hukuk normlarını ayaklar altına alan, seçim kanunu değiştiren, kararnamelerle halkın egemenliğini gasp eden keyfi yönetim anlayışı bir gecede on binlerce emekçiyi açlık ve ölüme mahkûm etti. Aynı keyfi anlayışla bir avuç gerici istiyor diye İstanbul Sözleşmesi’ni hukuku ve anayasayı çiğneyerek feshetti; kadınların mücadele ile kazanılmış haklarını bir bir yok etmeye girişti. Şimdi de 6284 sayılı yasayı hedef alıyor.
Siyasal İslamcı, piyasacı iktidarını öncelikle kadın bedeni, emeği ve kimliği üzerindeki tahakküm üzerine inşa eden AKP iktidarı, kadınların yaşam hakkını hiçe saymakta, kadınlara ve çocuklara yönelik politikaları sadece geleneksel (milliyetçi-muhafazakâr-ataerkil) ailenin kutsallığı ve korunması anlayışına dayandırmaktadır. Bu anlayış, kadınları hane içine, aileye ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine hapsederken, şiddetin kaynağının toplumsal cinsiyet eşitsizliği olduğunu görmezden gelmektedir. Kadınların bedenlerinin ve emeklerinin daha fazla sömürülmesine, kadın emeğinin görünmez kılınmasına, kadınlara yönelik şiddete ve cinayetlere, çocukların istismar edilmesiyle sonuçlanmaktadır. Cinsel yönelimi farklı olanların ayrımcılığa ve nefret suçlarına maruz kalmasına, cezasızlık hukuku inşa ederek her geçen tırmanmasına neden olmaktadır.
İktidar, yağma ve gericiliği esas alan politikalarıyla, barınma, sağlık, eğitim, grev, basın özgürlüğü ve haber alma, adil yargılanma hakkı gibi insanların en temel hakları ortadan kaldırmış durumdadır. Düşünce, vicdan, inanma/inanamama özgürlüğü iktidar tarafından fiilen ortadan kaldırılmış, toplumsal yaşamın tamamı tarikatların baskı alanı haline getirilmiş, üretenlerin, emekçilerin yarattığı değerin, halkın ödediği vergilerin yine emekçilerin ve halkın ihtiyaçları için harcanıp harcanmadığını denetleme hakkı ve bütçe hakkı gasp edilmiştir.
İşsizlik, tüm kurumlarda yaygınlaşan rüşvet, yolsuzluk, liyakatsiz atamalar, yok edilen laik-bilimsel eğitim, her yerde dayatılan gerici anlayış ile gençlerin gelecek kaygısı giderek derinleşmekte, gençler tek umudu ülke dışına çıkmakta aramaktadırlar.
Sağlık alanında 2003 yılı ile başlayan “Sağlıkta Dönüşüm Politikaları” ile kamu hastaneleri işlevsizleştirilmiş, “paran kadar sağlık” anlayışıyla sağlık hizmeti piyasanın insafına terk edilmiş, poliklinik ve ameliyat randevuları bulunamaz olmuştur. Yıllar önce birçoğu kamu tarafından üretilen yüzlerce ilaca, tetanos ve kuduz gibi temel aşılara artık ulaşılamamakta, pek çok ilaç bulunamamaktadır. Dönüşüm diye diye çökerttikleri sağlık sistemi salgın döneminde yaşanılan ağır sorunların ve ölümlerin en önemli nedeni olmuştur. Bu ağır bedeli ise yine emekçiler ödemiştir.
Türkiye emekçileri, ülke içerisinde yaratılan milli gelirden tarihinin en düşük oranlarını almakta, sömürülmekte, toplumun en az yüzde ellisi açlık sınırının altında yaşamaktadır. Halkımızın verilene şükretmesi istenmekte, emekçiler yoksulluğun da bir “kader planı” olduğuna cemaatler ve tarikatlar eliyle inandırılmaya çalışılmakta, kutsal olduğuna inandırılan kesimler eliyle bir sömürü aracı haline getirilmekte; toplum, akıl dışı yollarla rıza üretmeye zorlanmaktadır.
21 yıldır iktidarda olan AKP’nin siyasal ve sınıfsal tercihlerini yansıtan bütçenin halkın yararına olmadığını içine itildiğimiz derin yoksulluktan biliyoruz. Sermayeyi önceleyen piyasacı yönelimi, belki de hiç geçmeyeceğimiz köprülere, tünellere, adım atmadığımız hastanelere döviz üzerinden yapılan müşteri garantili ödemelerden, inşaatla semirtilen şirketlere ve sermayedarlara akıtılan paralardan, ihale tutarı kadar vergi indirimlerinden ve aflardan, bütçesi yedi bakanlığın bütçesinden fazla olan diyanetten ve diyanetin taşıdığı işlevden biliyoruz. Eğitimin, sağlığın, barınmanın, temiz suyun ve gıdaya ulaşmanın hak olduğu ilkesinin yok sayılmasından, THK’nun içinin boşaltılmasından, göz göre göre yanan ormanlardan, rant ve kar uğruna yok edilen meralardan, dağlardan, ormanlardan, derelerden, salgında dahi çarklar durmasın diye emekçilerin ölümüne çalışmaya zorlanmasından, insanlık dışı çalışma kamplarından, her doğa olayının iktidar eliyle felakete çevrilmesinden, yangında, sel felaketinde, depremde yapılmayanlardan, satılan çadırlardan, kandan, konservelerden biliyoruz. Depreme karşı önlem almak yerine lüks otellerde defilelerde boy gösterip halkın dayanışma duygularını dahi kazanca, kara çevirmeye çalışanlardan çok iyi tanıyoruz.
Yaşadığımız felaketlerin, salgında, yangında, depremde tekrar tekrar deneyimlenmiş, kamu yararını yok sayan, sermayenin çıkarını önceleyen neoliberal politikaların sonuçları olduğu her defasında ortaya çıktı. Yıllardan beri üzerinde durduğumuz kamuculuk anlayışının zorunluluğunu ve toplumun kendi sorunlarına sahip çıkmasının önemi bir kez daha kanıtlandı. Bunu son yaşadığımız deprem felaketinde ve sonrasında yaşadığımız sel felaketinde de gördük.
Deprem, İktidarın Enkazı ve Toplumsal Dayanışma
6 Şubat’ta 11 ili etkileyen deprem, rant odaklı inşaat çılgınlığını bir politika olarak benimseyen iktidar, alınmayan tedbirler, denetimsizlik, liyakatsizlik, kuralsızlık, plansızlık, öngörüsüzlük ve koordinasyonsuzluk sonucunda büyük bir felakete dönüştü. On binlerce insanımızın ölümüyle, milyonlarca insanın evsiz kalması ve sevdiklerini kaybetmesiyle memleketin dört bir yanına yayılmış büyük bir acıya yol açtı.
AKP ekonominin dinamosu olarak gördüğü inşaat sektörü ile ülkeyi şantiyeye, bir avuç inşaat şirketinin ihale alanına dönüştürmüştür. Bir deprem ülkesi olan memleketimizde yurttaşların depremden en az hasarla etkilenmesini sağlamak yerine, bilim insanlarının uyarları dikkate alınmamış, gerekli önlemler devreye sokulmamış, iktidar riskli bölgeleri yapılaşmaya açmayı rant uğruna tercih etmiştir. AKP döneminde çevre ve şehircilik bakanlığı kurulmuş, imar ve planlama merkezileştirilmiş, yetkiler tek elde toplanmış, “imar barışı” denilen ama gerçekte bir rant ve katliam aracı olan imar affı içerikli yasal düzenlemeler tam 7 kez rant uğruna değiştirilmiştir. Bu felaket, bilimi ve aklı reddeden, insan ve doğa merkezli bir planlama anlayışını elinin tersiyle iten gerici rantiye sisteminin sonucudur.
Kızılay, AFAD, UMKE gibi kamusal yardım kuruluşlarının ticari şirketlere dönüştürülmesini, Kızılay’ın çadırları satarak, para hırsıyla dolu olanların kazanç kapısı olan bir şirkete çevrilmesini, iktidar eliyle kendi yandaşlarının istihdam edildiği, güvenirliklerinin yerlerde süründüğü kuruluşlar haline getirilmesine ve bunun yol açtığı felakete günlerdir en acı sonuçlarıyla birlikte tanıklık ediyoruz. Bunlar, sermaye yanlısı politikaların vahim sonuçlarıdır.
Deprem sonrasında içecek bir yudum su bile bulamayan yurttaşların, sesini duyurmaya çalışırken, sevdiklerini ve de hiç tanımadığı insanları tırnaklarıyla enkazdan kurtarmaya çalışanların, “yardım edin” yakarışlarına karışan çaresizlikle bir başına kalması, devlet kurumlarını yanında görememesi, “Devlet nerede?” sorusuna dönüştü. Devlet tüm kurumları ile depremin enkazı altında kalırken, hesap soran ve hakkını arayanlara yönelen polis şiddetiyle boy göstermeyi tercih etti. İktidarın etnik ve mezhepsel ayrımlarla birbirine düşman etmeye çalıştığı toplum ise her kesimiyle birleşerek bu yıkıntının içinde büyük bir dayanışma örgütlemeyi başardı. Belediyeler, sendikalar, odalar, DKÖ’ler, dayanışma gönüllüleri ve sol/sosyalist partilerin ortaya koyduğu çabalarla toplumsal dayanışma ilmek ilmek örüldü.
Sorumlusu AKP-MHP İktidarıdır!
Sorumlu arayanlar, hiçbir ekipman verilmeden sahaya gönderilen ve her tür imkansızlığa rağmen canla başla çalışan AFAD emekçilerine değil, yetersiz sayıda kadro ve yetersiz ekipmanla çalışmayı dayatanlara, inisiyatif alamayan idarecilere bakmalıdır. Sorumlular, AFAD il müdürleri, birlik müdürleri ve daire başkanları atamalarında liyakati esas almayanlardır, kurum dışından afet konusunda deneyimsiz ve hiçbir uzmanlık bilgisi olmayanların atamalarını yapanlardır.
Sorumlular, deprem bölgesinde önlenebilir hastane yıkımlarına karşı tedbir almayarak, hastaların, hasta yakınlarının, binlerce yaralının, sağlık emekçilerinin ölümlerine, geçen süreye karşın sağlık hizmetlerinin düzenli ve yerinde verilmesini halen sağlayamamış olanlardır. Bulaşıcı hastalıklara, uyuza, kaşıntılı hastalıklara, akciğer hastalıklarına, çöp ve atık sorunlarına etkili çözümler üretemeyen, “sağlıkta dönüşüm programı” denilen yıkım programının kararını alanlar ve uygulayanlardır.
MEB’in ve tüm eğitim yöneticilerinin sorumluluğu öğrencilerimizin kendini güvende hissedeceği koşulları yaratmak, öğrencilerin ve eğitim emekçilerinin psikolojik ve zihinsel bütünlüğünü korumak olması gerekirken, Milli Eğitim Bakanlığı’nın temel gündeminin sınavlar olduğunu görüyoruz. Depremin acısını yaşayan, daha yeni sevdiklerini, yakınlarını toprağa veren öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz büyük bir üzüntüyle başa çıkmaya çalışırken, henüz sağlıklı barınma, beslenme, duş gibi temel gereksinimleri dahi karşılanmamışken, onları sınav odaklı bir çalışmaya maruz bırakarak, psikolojik travmanın sonuçlarından bihaber davrananlardır.
Depreme karşı hiçbir önlem almayan, çarpık kentleşmeyi yaratan, tarım arazilerini, dere yataklarını daraltarak imara açan, imar afları yoluyla ve kentsel dönüşüm adı altında “sermayeye rantsal dönüşüm” sağlayan, her felaketi yeni bir fırsatın aracı haline dönüştüren, almadıkları önlemleri, sorumsuzluklarını “kader planında var” diyerek, “fıtrat” diyerek gizleyenlerdir. İstifa etmek yerine on binlerce insanımızın öldüğü deprem felaketinden sonra arsız bir biçimde “asrın felaketi” diyerek suçlarını bastırmaya ve felaketin büyüklüğü karşısında çaresizliklerini, yetersizliklerini “hiç kimse bir şey yapamazdı.” diyerek mazeret üretmeye ve “helallik isteyerek” kendilerini kurtarmaya çalışanlardır.
Seçimde Emekçilerin Tutumu Ne Olmalı?
Deprem gibi bir doğa olayını felakete çeviren, yoksulluğu, sömürüyü, şiddeti, ayrımcılığı, savaşı derinleştiren, rantçı, piyasacı, bilime ve yaşama düşman bu iktidarı ve temsil ettiği düzeni tarihin çöplüğüne göndermek seçimlerde emekçilerin öncelikli görevidir. AKP’nin dinci-gerici gündemini dayatarak laikliği tamamıyla ortadan kaldırmaya ve kadınlar üzerindeki tahakkümü arttırmaya yönelik girişimleri de anayasa gündemi ile seçimleri birleştirip, başörtüsü başta olmak üzere kimlikler etrafındaki kutuplaştırmayı derinleştirecek bir siyaset ekseni çizme çabaları da biz emekçilerin gündemi olamaz.
Bugün yapılması gereken, zenginliğin giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanmasına karşı bu zenginliği yaratan emekçilerin en geniş şekilde AKP’ye karşı birleştirileceği bir siyasetin yaratılmasıdır.
Çünkü; önüne barikat kurdukları kadınlara, gençlere, emekçiye, işçiye, laikliğe düşman bir rejimle karşı karşıyayız. Din bugün emekçiler üzerindeki en önemli baskı aygıtına dönüşmüş durumdadır. İktidar karşısında ortaya konacak toplumsal muhalefetin, her yönüyle çürümüş iktidara ve siyasallaşan dine karşı, emekçilerin, ezilenlerin içinde bulundukları sömürüyü ve eşitsizlikleri ortadan kaldıracak bir politik hatla bütünleşmesi gerekir. Ve bütün bu muhalefetin, toplumun ilerici kesimlerinin, yurtseverlerinin öncelikli görevi bu rejime son vermek için birlikte hareket etmesi gerekir.
Bugün sosyalistlerin temsil ettiği emekçi sınıfların birliğini ve mücadelesini geliştirmeye yönelik bir siyaset, Türkiye’de eğitimden sağlığa, barınmadan enerjiye dek tasfiye edilmiş tüm kamu hizmetlerinin ücretsiz olması için sürdürülen mücadeleyi içermek durumundadır. Kamuculuk, laiklik ve antiemperyalizm mücadelesi toplumu AKP karşısında direngenleştirecek, kazandıracak olan siyasettir.
Türkiye’nin bu yıkım ve krizlerden çıkış yolu sağ siyasetlerde ve kapitalist neoliberal sermaye düzeninde olamaz. Siyasal İslamcı rejimle gerçek bir hesaplaşma ancak sosyalist solun örgütleyicisi olacağı toplumsal mücadelelerin sonucu olacaktır. Laiklik, kamuculuk, anti-emperyalizm, barış ve demokrasi temelinde Türkiye’nin devrimci demokratik dönüşümü için omuz omuza verme zamanıdır.
Gönderelim Gitsin! Eşit, Özgür Bir Ülke İçin 1 Mayıs’a
21 yıldır sürdürülen emek karşıtı, sermaye yanlısı düzen daha da pervasızlaşarak devam edecek ya da emekçiler, emekliler, kadınlar, gençler bu gidişata dur diyecek, kötülük hükümranlığını tarihin çöplüğüne gönderecektir. Tüm sorunların derinleşerek sürdüğü, neoliberal politikaların taşeronu bir iktidara karşı yürütülecek mücadelenin toplumsallaşması ve kitlelerin katılımını sağlamak önemlidir.
1 Mayıs bu açıdan kritik bir öneme sahiptir. Allayıp pullayıp sundukları neoliberalizmin yaldızını döküp düzenin acımasızlığını, emek düşmanlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren pandemi olduysa, bu düzenin hepimizin üstüne çöken bir enkazdan başka bir şey olmadığını da deprem gerçeği göstermiştir. Seçimlere giderken bu enkazı kaldırıp yaralarımızı dayanışma ile sarmak, yok etmek için darbeler yaptıkları örgütlülüğümüzü ve dayanışma kültürünü yeniden inşa etmek, işçi sınıfının tek kurtuluşunun kendi nasırlı elleriyle olacağını göstermek, emekçileri ve halkı derin yoksulluğa iten, sömüren, şiddet ve baskı uygulayan, ayrıştıran bu iktidarı alaşağı edip işçi sınıfını seçim sonrasının gerçek kurucu öznesi kılmak için 1 Mayıs her zamankinden daha büyük bir önem taşımaktadır. Emeğin hakları etrafında birleşmiş ve emekçilerin taleplerini toplumsallaştırarak, üretenleri yeninin belirlenmesinde, söz, yetki ve karar sahibi yapacak mücadelenin doruk noktası olacak bir 1 Mayıs’ı iş yeri iş yeri, sokak sokak örgütlemek en önemli görevimizdir.
Tüm toplumu kendi enkazı altında bırakan, bu korkunç sömürü ve şiddet ortamını yaratanlar, insani ve toplumsal sarsıntı ve çöküşün sorumluları olanlar halkımıza hesap vermeden suçlarından kurtulamayacaklardır. Hesap sormak sorumluların hesap vermesini istemek yalnızca yaşadığımız felaketler üzerinden yapılmamalıdır; hesaplaşmak afetleri felakete dönüştüren iktidarın politikalarıyla ve yok ettiği kurumların ve kamuculuk anlayışının hesabının sorulması ile mümkündür. Sadece olgulara takılmak yerine nedenlerini sorgulamak, kamucu, laik, emekten yana ve bağımsız demokratik bir toplumu inşa etmek emekçilerin güncel görevlerindendir.
Deprem felaketi, ekonomik buhrana ve sosyal ve kültürel çoraklaşmaya ve çöküşe karşı emekçilerin ve sınıf hareketinin yeterli yanıt verememiş olması toplumsal mücadele açısından büyük bir sorun olarak durmaktadır. Memleketin üstüne çöken felaketin, zifiri karanlığın yırtılıp atılması, devrimci demokratik bir Türkiye için dönüşüm ancak demokratik, kamucu, laik, eşitlikçi, bağımsızlıkçı, emekçilerin birleşik mücadelesini esas alan bir politik mücadeleden geçmektedir.
Bugün güncel görevimiz AKP-MHP-BBP-HÜDAPAR ve VATAN Partisi koalisyonuna, irili ufaklı siyasal destekçileriyle birlikte tarikat ve cemaat yapısına ve bu yapının üstüne yükselen tek adam rejimine son vermek, yarattığı çöküşten ve felaketlerden yine emekçilerin mücadelesi ve umuduyla bir çıkış inşa etmektir.
Yirmi bir yıl boyunca süren gericileşmeye ve faşizme karşı kora kor bir mücadele ve emekçilerin bağımsız çıkarlarının savunulması bugün ikili bir görev olarak sınıf örgütlerinin karşısında durmaktadır. Seçim sürecinde ve seçim sürecinden sonra da demokratik alanın ve sınıf mücadelesinin bugüne kadar birikmiş büyük sorunlarını ancak emekçilerin güçlü iradesi çözer. Sınıf örgütlerinin bu gücü açığa çıkarması, örgütlemesi tarihsel sorumluluğunu ve görevini üstlenmesi için tüm şartlar uygundur.
DSD TÜRKİYE YÜRÜTMESİ