KURAMSAL YA DA BAŞKA BİR MEŞRUTİYETTEN DEĞİL – Mehmet Gevger

KURAMSAL YA DA BAŞKA BİR MEŞRUTİYETTEN DEĞİL – Mehmet Gevger

PAYLAŞ

Ben hikayeye şuradan başlayacağım:
Anadolunun bir köyünde, orta yaşlı, orta halli bir amca, televizyonlardan,
reklamlardan, facebooktan, çevresinden, yakınlarından… duyduğu kadarıyla, başka bir
yerde ekmek kazanırım, çocuklarımı okuturum, güzel bir yaşam kurarım umudu ile, evini,
davarını, sığırını, tarlasını, traktörünü satar, köyden çıkar ve kente gelir.
Geldiği kentte, bir süre akrabalarının yanında kalsa da, ilerleyen zamanlarda,
birikimi ile bir gecekondu alır. Yetişkin ve okutamadığı çocukları var ise, bu çocuklar
kentte, bazı zamanlar iş arayarak, bazı zamanlar bir işyerinde ofisboy! adı altında
getir-götür işleri yaparak, bazı zamanlarda ise çoğunlukla fabrikalarda olmak üzere
vasıfsız eleman olarak iş bulur, ya da iş bulma konusunda kendilerine torpil yapar
düşüncesiyle bir politkacının peşine takılır. Kendisi ise geri kalan birikimi, sermayesi ile
ya bir bakkal dükkanı devralır ya da bir bakkal dükkanı açar ve alıp satmaya, yani
ticarete başlar.
Bunu yapmakla da atalarının göcebe hayattan yerleşik hayata, yerleşik hayattan da
kent hayatına yaklaşık 30.000 yılda geçişini, 3 ayda yapmış olur ve ayrıca kendisi,
Sınıfsal açıdan, ODTÜ Yayıncılıktan çıkan, Önder Şenyapılı’nın “Her Sözcüğün Bir
Öyküsü Var-1” adlı kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, 12. Yüzyılda kentleşme çoğalmaya
başladığında, kentlerin içerisinde kalan, ziraat ve diğer çiftçilik ile ilgili geçimleri
konusunda kentten bir Fersahlık mesafede bulunan insanlara bağımlı kalan ve bu kenti
koruyan ve çepeçevre saran duvarın içerisindeki insanları tanımlamak için, ilk defa 1007
yılında kullanılan ve Fransızca kökenli bir kelime olan, Burjuva olmuştur. Türkçe
söylersek eğer öncesinde köylü iken artık kendisi kentsoylu olmuş, taştan ibriğe,
ibrikten ise tuvalet kağıdına “Kültürel Evrim” geçirmiştir.
Hatta öğrendiğimiz kadarıyla, o zamanlar bu koruma duvarının içerisinde kalan,
samanlık, ahır, domuz ve inekler de dahil çiftçilik ve hayvancılık ile ilgili her şey
Burjuvalar tarafından koruma duvarının dışına atılmıştır. Günümüzde ise, hem
Aristokratlaşmış yerli Burjuvalar hem de Aristokratlaşmaya çalışan, “Sonradan Görme
Burjuva” olanlar, bu dışarı atma işini hala sürdürmek istemektedir.
Sıfatı ise, Remzi Kitabevinden çıkan, Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Sözlüğü”
kitabından öğrendiğimiz kadarı ile, evi davarı sığırı, tarlası traktörü olan, yani

anamallarına/sermayesine, -alıp satma işinin doğası gereği- artı değer katmak ve bu
anamallarına/sermayesine daha fazla değer katarak “bu işi tekelime alırım umudu”
taşıdığı için, anamalcı/tekelci, yani kapitalist/emperyalist olmuştur.
Amaç açısından bakıldığında ise, ilk okullarda kantinde çocuklara şeker satan -gurur
yaptığından mıdır nedir- pazarda limon satan! ile, ekmek satan, köşe başlarında kokoreç
satan, üreterek satan, ya da başkasının ürettiğini satan, işlediğini satan, el emeğini
satan, altın satan, mücevher satan, reklam satan, para satan, kredi satan, rant satan,
tarla, arsa, ev, konut, işyeri satan, lüks mal satan, güzellik malzemesi satan, ilaç
tezgahının kasasına bahşiş kutusu koyup ilaç satan, aşı satan, tedavi satan, muayene
satan, bilgi satan, eğitim satan, hizmet satan, vucudunu vizitleyip satan ve bu vizit
sonrası peçete parası adı altında peçete satan, vatanını satan, namusunu, şerefini,
onurunu, dolaylı da olsa eşini, kardeşini hatta anasına varıncaya kadar satan, dünyada
özellikle anlaşılması en güç meslek olan fahişelik ve avukatlık mesleğinin icrasını satan,
değer yaratıp bu değeri satan, beste satan, şarkı, türkü söyleyip sesini satan, tablo
satan, sanat satan, tasarım satan, rezidans yapıp rezidans satan, köprüler otobanlar
yapıp devlete satan, bütün olanakları kullanıp “Bu işe babasının bir çift öküzünün tekini
satarak başladı ve şu anda 4 kıta, 85 ülkeye traktör ihraç ediyor” şeklinde efsaneleşip
traktör satan, arkasından efsanasini de satan, markalaşarak satan, taklit ederek satan,
fason ürün satan, ve sayamadığımız bir sürü şeyi satanlarla artı değer konsunda aynı
amacı paylaşmıştır.
Sermayeye/anamala artı değer katmak için, bu amaç peşinde koşanlar “Gayenin
Amacı Meşru Kılması” zihniyetiyle, ekmek kavgası, kendi yağında kavrulma, şükür,
müşteri her zaman haklıdır, müşteri velinimettir, dostluk ayrı alışveriş ayrı, sizler
bizim için değerlisiniz, buyurun efendim, hoşgeldiniz, güle güle, başka bir arzunuz, size
nasıl yardımcı olabilirim, yardımcı olmamı istediğiniz başka bir konu var mı efendim…
gibi edebiyatlarla ve sözde nezaket kurallarıyla, gayri samimi bir şekilde işlerini
yürütmektedirler.
Samimi değillerdir. Samimi gibi duran bu alışveriş ilişkisi, sömürü ve menfaat
ilişkisine dayalı olmasaydı, bu kapitalistlerin ya da bu kapitalistlerin ürünlerini satması
için, süsleyip püsleyip müşterisinin karşısına müşteri temsilcisi diye gönderdiği
temsilcilerinin çoğunun, adam yerine koyup, bize selam bile vermeyeceğini, yüzümüze
bile bakmayacağını, Neyzen Tevfik, Can Yücel, Nazım Hikmet, Neşet Ertaş… gibi
kişileri, Bilim, Sanat, Edebiyat, Diyalektik, Uzay, Zaman, Kuantım, Görelilik… gibi
konuları, oturup bir rakı masasında! konuşmayacağını, hatta konuşamayacağını. hepimiz
çok iyi biliyoruz. Çünkü dertleri bu değildir.

Hatta bunlar amaçları için, sattıkları ürünlerinin daha iyi pazarlanması konusunda,
yakışıklı ve güzel olduklarını düşündükleri erkekleri kadınları, cinsellikleri, afrodizyak
etkiyi, psikolojik baskıyı, çocukları, çocukların duygularını, hastaları, bilimi, edebiyati,
çeresizliği, açlığı, susuzluğu, sefaleti, fakirliği, zenginliği, konforu, iyiliği, kötülüğü,
sıkıntıyı, korkuyu, cesareti, mutluluğu, hazzı, yalancılığı, sahtekarlığı, politikayı,
ideolojiyi, hatta öyle ki, kendi ürünlerini bağımlı kılacak uyuşturucu dahil, her yolu
denemekten ve kullanmaktan çekinmezler.
Tek dertleri her yolu deneyerek, anamallarına/sermayelerine artı değer katmak, ve
bu artı değeri kendi tekellerine almak olan, aynı amaç için birleşmiş ve sıfatlarının
aslında tükrükle de bağlantısı olan bu anamalcı kapitalistlerin ilişkilerine tarihsel ve
kuramsal olarak bakarsak eğer;
16. Yüzyıllarda Adam Smith’in (Adı da, adı verilen ve topraktan yapıldığı için, Adem
Peygamberden dolayı, Toprak anlamına gelmektedir!) özel mülkiyeti, anamalcılığı, yani
Kapitalizmi savunduğu, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabında, “Bırakınız Yapsınlar”
diyerek, ulusların zengin olması için sermayenin kişi elinde olması gerektiğini, bunun
devlet tarafından desteklenmesi gerektiğini, sermaye büyüyünce ulusların da
zenginleşeceğini, uluslar zenginleştikçe o ulusun halkının da zenginleşeceğini söylediğini
görürüz.
Gerçi kendi kuramına göre herkes anamalcı, kapitalist olursa kimse çalışmak istemez
diye bir kaygısı olsa da, kuramı kendi zamanından bu yana her türlü ahlaksızlığı kullanıp
şiddetlenerek, günümüzde acımasız bir şekilde hala devam etmektedir.
Kapitalizme karşıt düşüce olan ve bizim de Komünizm olarak bildiğimiz kuramını, 19.
Yüzyılda “Das Kapital” adlı eserinde yazan Karl Marx ise, anamalın, sermayenin ve hatta
bütün üretim araçlarının mülkiyetinin devletin tekelinde olması gerektiğini söylemiştir.
Aslında Marx’ın esas mücadelesi, özellikle sanayi devriminden sonra ortaya çıkan
işçilerin, üretim araçlarını ellerinde bulunduran sermayeye karşı örgütlenmesi
mücadelesidir. Yani kapitalizme karşı alternatif bir sistemdir.
Tarihsel süreç içerisinde, milat kabul edebilecğimiz, bu anamala artı değer katma
işinde Adam Smith, Karl Marx’a diyor ki. “Bırak şu bakkalın yakasını, adam sermayesine
artı değeri istediği gibi katsın, isterse işçiyi sömürsün, karışma bakkala, devlet te bunu
beslesin, yardımcı olsun. iyce zenginleşsin ki ulus ta zenginleşsin” diyor.
Buna karşın Karl Marx’ta Adam Smith’e “Hayır, bu olmaz. Hele bir de işçi
çalıştırıyorsa işçinin hakkını verecek. (Gerçi bizim bakkal amca sermayesini daha da
büyütüp sabahtan akşama kadar bakkalı kendi ya da ailesinden birisine bekletmek
yerine bir proleter! tutabilseydi Marx’ın bakkal ile mücadelesi başka bir boyut

kazanacaktı ya neyse…) Ve ayrıca o bakkal bütün malını mülkünü devlete verecek,
kendisine devlet bakacak. Değilse bütün proleterlere çağrı yapar, devrim yaptırırım”
diyor.
(Tarihin akışana ters tüşmemesi için, bu emrivaki diyalog içerisinde!, Marx ve
Smith’in yanında sakin bir şekilde, onların bu diyaloglarını dinleyerek bekleyen devlet
karşıtı Anarşistler ve Bakkal da alaycı bir şekilde bıyık altından Karl Marx’a gülüyor ve
Anarşistler ‘nah devleti kurarsın’ diyor, bakkal ise ‘malımı mülkümü devlete nah veririm’
diyor”. dermişim.)
(Bu arada, Marx neden niyet etti ben bilmiyorum. Ama Anarşistlerle iplerinin
kopmasında büyük etkisi olan tekelci bir banka kurmaya niyetlendiğini de öğrenmiş
bulunuyorum)
Aslında, bana göre, “Doğada bulunan bütün sermaye, doğada bulunan herkesin hakkı.
Bu sermayenin paylaşımı konusunda hakkı hukuku boşver. Arpa, Şikel, Gümüş Sikke,
Altın, Para gibi, herhangi bir değişim aracı v.s olmadan, hiç bir ölçü aleti kullanmadan,
doğanın elverdiği ölçüde, doğaya zarar vermeden, sınırsız ihtiyacamızı, sınırlı
kaynaklarımızla eşit, birbirimizin rızasını gözeterek, kavga etmeden, aracı tüccar!
olmadan, adil bir şekilde ihtiyaçlarımızı giderelim” demek gibi bir alternatif var iken,
tarihsel süreç içerisinde milat kabul edebileceğimiz bu iki kuramı;
“Üreten benim, her şey benim emeğimle dönüştü ve medeniyet benim emeğim
sayesinde kuruldu. Emeğimin hakkı bu değil, ben fazlasını hakettim” demek ile, “Bu
senin hakkın, ben sermayemle başka insanları da besliyorum ve sermaye biriktirmeye
devam edeceğim. Benim arkamda polis, jandarma, asker, hakim, savcı, toplum baskısı,
medya, iktidar, ideoloji hatta devlet var. Hiç bir kural tanımam, sıkıyorsa da alabil”
şeklindeki çelişkinin savaşı olarak ta tanımlayabiliriz.
Özellikle sanayi devrimi sonrasında ve bizim milat olarak kabul ettiğimiz o zamandan
bu yana, anamal peşinde koşup, sıfatı kapitalist olan ve kendilerine esnaf, tüccar,
işveren, yatırımcı, müteahhit, sanayici, taşeron, işadamı şeklinde hitap edilmesinden
ereksiyon olurmuşçasına zevk alan bu kapitalistlerden, Devlet, sermaye miktarlarına da
bağlı olarak, kendi görevi olan, vatandaşlarına iş verme gibi, hastane, otoban, yol, köprü,
okul yapma, yatırım yapma gibi, hatta daha başka işleri için hayır beklemiş, ve bu büyük
sermaye gruplarına çeşitli yöntemlerle teşvik vermis, onları desteklemiş, fakat küçük
sermaye gruplarına, yani bizim bakkal amcaya zırnık koklatmamış hatta vergilerle
sıkboğaz etmiştir.

Kıssadan hisse. Bu hikayeden çıkan sonuca göre;
İnsanlığın bilinci başladığı zamandan itibaren oluşmaya başlayan Tanrı inancı
konusunda bile, yukarıda da söylendiği gibi sömürüye dayalı olan, sahip oldukları maddi
manevi anamalı, serveti, artı değer olarak üretebilmek için, hiç utanmadan, sıkılmadan,
yılmadan, bıkmadan, usanmadan, tanrı ile dahi pazarlık yapmaktan çekinmeyen
kapitalistlerin yaptıkları bu iş; Orhan Hançerliolunun tarif ettiği, Adam Simith’in, ya da
karşıtı olan Karl Marx’ın ya da başka birisinin kuramına göre değil, eğer aldı ise önce
ailesinden, sonra içinde yaşadığı toplumdan hala almadı ise gitmiş olduğu okuldan alması
gereken terbiye ile ilgilidir.
Kuramsal ya da başka meşrutiyetten değil.