Ekonomik krize bel bağlamak ya da krizle gelen krizle gider mi?

Ekonomik krize bel bağlamak ya da krizle gelen krizle gider mi?

PAYLAŞ

Ekonomik krizin muhalefetin işini yapacağını düşünmek, 16 senedir ülkenin başında olan iktidarın kurduğu tahakküm mekanizmalarını ve bu mekanizmaların içinde yaşayan ve parçası olan bireylerin algılarını nasıl etkilediğini hafifsemek, yani aymazlık olacaktır.

Türkiye’de işlerin hiç de iyi olmadığı malum. Ağustos sonunda kopup giden kurlar, Merkez Bankası’nın geç faiz arttırımı sonrasında da pek bir düşüş göstermedi. Zamlar, iflas haberleri gırla. Zaten konu üzerine yazıp çizen, düşünen birçok kişinin uzun zamandır uyardığı ekonomik krizin artık içindeyiz. Buradan kolay bir çıkış varmış gibi gözükmüyor, bu yolun ekonomik olarak nereye varacağını ekonomistler bile öngöremiyorlar. Fakat korkulan kriz en sonunda kapıyı çalmışken muhalefet içinde, alttan alta bu krizin (en sonunda) iktidarı zayıflatacağına ve hatta güçten düşüreceğine dair bir beklenti de var gibi. Bu yazı bu beklenti üzerine – yani ekonomik krizlerin hükümetlere etkisi, daha da spesifik olarak ekonomik krizin hükümet değişimine yol açacağı beklentisi üzerine.

Bir ülkenin ekonomik durumunun, ekonomik performansının, hem seçmenler, hem seçilerek gelen hükümetler (hem de bu ikisinin arasındaki ilişki) için çok önemli bir konu olduğu açık. Bu konuda hem siyaset bilimi literatüründe, hem de popüler mecralarda oldukça yerleşmiş ve üzerine çok yazılıp çizilmiş “ekonomik oy verme” teorisi, tam da bu nosyona, yani demokratik ülkelerde insanların seçimlerini (ağırlıklı olarak) ekonomik durumdan etkilenerek yaptığı anlayışına dayanıyor. Bu teori, ekonomik durum ile hükümet değişimi arasındaki ilişkiyi, (kendinin ya da ülkenin) ekonomik durumundan memnun olmayan vatandaşın seçimlerde kullandığı oyu değiştirmesi üzerinden, yani seçmen davranışı üzerinden anlatıyor. Özetle seçmenler ekonomi kötü gittiğinde ekonominin gidişatından sorumlu tuttukları hükümetleri cezalandırır, ekonomik büyüme sırasında yöneten hükümetleri ödüllendirir diyor. Özellikle bir koalisyon hükümetinin değil de tek bir partinin ülkeyi yönettiği durumlarda, ekonominin sorumluluğunu bir partiye atfedebilmek daha kolay olduğundan, ekonomi ve oy verme davranışı arasındaki bu ilişkinin daha net olarak görülebildiğini söylüyor.

Dediğim gibi, bu üzerinde uzun zaman araştırma yapılmış ve ciddi bir birikim oluşmuş, hem siyaset biliminde, hem de popüler mecralarda oldukça yerleşmiş bir anlayış – ki akla da yatkın zaten. Fakat bu teorinin ve literatürün bizim açımızdan (Türkiye’nin gidişatını anlamak için) ciddi handikapları var, ki bunu yukarıdaki kısa özete eleştirel bir gözle bakan herkes fark etmiştir. Öncelikle, bu teori ağırlıklı olarak demokratik ülkelerde yapılmış araştırmalara dayanılarak destekleniyor (1) ve minimum da olsa demokratik bir politik yapı varsayıyor. Fakat bu tek varsayımı değil. Bunun yanında (ve bununla bağlantılı olarak) bireylerin ekonominin durumuna göre oy kullandığını söylerken, bu bireylerin ekonominin durumu hakkında bilgiye ulaşabildiğini, bu bilgiyi değerlendirebildiğini, ve en önemlisi, ekonominin gidişatının sorumluluğunu hükümete atfedeceğini de varsayıyor. Bunların hepsi demokratik koşullarda bile geçerliliği sorgulanan varsayımlar. Şöyle ki ekonominin durumunu değerlendirmek herkesin harcı, ya da ilgi alanı olmayabilir. Bunun yanında ekonomik durumun sorumlusunun kim olduğu her zaman net olarak anlaşılmıyor olabilir. Zaten bireyler ekonomik durumu kendi algı ve değerlerinin süzgecinden geçirerek değerlendirirler ve bu süreç de kime sorumluluk yüklediklerini etkileyebilir.

Demokratik koşullarda bile sorgulanması gereken bu varsayımların otoriter bir sistem ve onun yarattığı gündelik hayat koşullarında kabul edilemez olduğu aşikar. Burada ilk göze çarpan, ve Türkiye’de daha çok dile getirilen mesele, tabii ki ekonomik durumunun sorumluluğunun kime atfedildiği – yani “algı yönetimi” meselesi. Ekonomi kötü gidiyor olabilir, ama vatandaşlar bunun sorumlusu olarak kimi görüyorlar? Rejimin mütemadiyen sorumlu olarak işaret ettikleri malum: Önce faiz lobisi ve Geziciler, sonra darbeciler, Türkiye’ye saldıran Amerika; Türkiye’nin büyümesini istemeyen ve çekemeyen büyük “dış güçler” ve saz arkadaşları. Yönetimin ekonominin gidişatının sorumluluğunu, içeriği hiç durmadan genişleyen bu “düşman”ların üzerine yıkıyor olması şaşırtıcı değil. Fakat muhalefetin ezilerek susturulmuş olduğu, toplum için önemli olan konuları farklı açılardan ele alarak konuşacak ve tartışacak hiçbir kamu alanı kalmamış ve tüm ana-akım medyanın iktidarın kontrolü altında olduğu ortamda, zaten gündelik kullanımda uzun bir tarihleri ve yerleri olan komplo teorilerinin birçok kişinin aklına aklına yatması, insanların bunları tekrar etmesi de öyle (2).

Fakat otoriter örneklerde gördüğümüz sadece bu değil. Bir de Türkiye’de üzerine daha az konuştuğumuz şu durum var: Bireyler kötü ekonomik gidişatın sorumlusunun kim olduğunu gayet güzel bilir, fakat buna rağmen hükümete (en azından oy şeklinde) destek vermeye devam ederler. İlginç (ve acı) olan mesele bu. Bazı otoriter sistemlerde halkın çoğunluğu ekonomiden, yönetimden mutsuz ve rahatsız olsa ve bu mutsuzluk ve rahatsızlığının sorumlusu olarak hükümeti görse bile, sistem devam edebiliyor. Bu ekonomik krizler otoriter rejimleri etkilemez demek değil, otoriter rejimler de ekonomik krizler dolayısı ile ya da ekonomik kriz sonrasında sonlanabiliyorlar (3). Fakat illa bu olacak diye bir kural yok demek. Mesela Meksika’yı 1929-2000 yılları arasında yöneten PRI (Partido Revolucionario Institucional) ne 80’lerin borç krizinde ne de 1994’ün peso krizinde yıkılıyor. Aynı şekilde 1997 Asya krizi sonrası Endonezya’da Suharto istifa etmek zorunda kalsa da, hemen yanında Malezya’da rejim devam ediyor. 20’nci yüzyılın tarihi feci sonuçları olan ekonomi politikaları uygulamalarına rağmen yönetmeye devam etmiş iktidarlar ile dolu. Yani söz konusu olan ekonomi ve rejim ilişkisi olunca, özellikle tek parti baskın otoriter rejimlerin tarihi başka bir olasılığa da işaret ediyor: Belli koşullar altında ekonomiyi istediğin kadar kötü yönet, istediğin kadar ülkeyi iflasa sürükle, ülkenin çoğunluğu sürünsün; eğer otoriter düzen belli bir dengeye oturdu ise, sistemin çarkları dönmeye devam eder, sürünen süründüğü ile kalır, rejime (kolay kolay) bir şey olmaz… Otoriter rejimlerin ufak bir koalisyonu mutlu etmek üzerine kurulu olduğu iddaalarını düşünürsek bu çok şaşırtıcı değil belki, fakat çarpıcı olan bu düzenin sadece baskı ile değil, halkın da katılımı ile sürdürülüyor olması.

Peki neden? İnsanlar nasıl olup da hiç de tasvip etmedikleri, yolsuzluğun, haksız vergilendirmenin, baskının, ve yoksulluğun hakim olduğu bir sistemi devam ettirirler? (4) Bu soruyu Meksika’da tek-parti baskın otoriter rejim olarak 2000 yılına kadar hükmetmiş PRI için soran Diaz-Cayeros, Magaloni ve Weingast buna tek parti yönetimlerinin “trajik dehası” diyorlar. Trajik, çünkü insanları kötü ve yetersiz hizmeti, kötü politikaları, yolsuzluğu kabul etmek zorunda bırakıyor (5). Dahice, çünkü bunu yaparken öyle bir ödül-ceza mekanizması kuruyor ki, vatandaşlar, isteksizce olsa bile, aktif olarak sistemin devam etmesine katkıda bulunuyorlar. Diaz-Cayeros, Magaloni ve Weingast’ın Meksika’daki yerel seçimleri baz alarak kurguladıkları açıklamada PRI mali kaynakları merkezi olarak kontrol ettiği için kendine oy vermeyen bölgeleri fon aktarmayarak cezalandırıyor; bu yüzden PRI’a oy vermezse daha az kaynak ile cezalandırılacağından (ve böylelikle daha az hizmet alacağından) haklı olarak korkan; yani durumlarının o anda olduğundan daha da kötü olacağını düşünen ve bu riski almak istemeyen bireyler PRI’a oy vermeye devam ediyorlar. Bu durum seçmenlerin algısı ve katılımına dayanan bir denge noktası yaratıyor: Aktarılan kaynakları PRI merkezden kontrol ettiği, yani PRI hükümet olduğu sürece, muhalefetin ülkenin yönetime geçme şansı olduğuna inanmayan seçmen için, muhalefete oy vermek özellikle kaynakları kısıtlı ve yoksul bölgeler için fazla riskli. Böyle bir denge içinde hem koordinasyonun, hem de kolektif eylem probleminin muhalefet aleyhine işleyen meseleler olduğunun altını çizmek lazım. Yani bu senaryoda, iktidarın güçlü, muhalefetin zayıf olduğu algısı, farklı bölgelerdeki vatandaşlar birbirlerinin nasıl oy atacağından habersiz iken gidişattan memnun olmasalar da risk almayarak oylarını hükümet lehine kullanmasına yol açıyor.

Bunların altını daha çok karamsarlık ve ümitsizlik yaratmak için değil, temelsiz beklentilere girmenin muhalefete fayda değil zarar getireceğini düşündüğüm için çiziyorum. Sonuç itibari ile yukarıda da söylediğim gibi, otoriter rejimler de, iktidarın içindeki fraksiyonların arasını açan, iktidarın destekleyicilerine kaynak dağıtımını kısıtlayan ekonomik krizlerden etkileniyorlar. Bunun yanında bu ödül-ceza mekanizmasını devam ettiren yapısal koşullar bozulduğunda sistemin değişmesi için de fırsatlar ortaya çıkıyor (6). Türkiye’de hükmünü hem ekonomik büyüme ve refah söylemine, hem de bu ekonomik büyüme sayesinde bir araya getirip, bir arada tutabildiği geniş bir koalisyona kaynak aktarımına dayandırmış AKP için bu büyüklükte bir ekonomik krizin bir yönetme krizi yaratma olasılığı çok yüksek. Döviz krizi ile beraber dağıtılacak pasta küçüldükçe, koalisyonu bir arada tutan, ve ödül-ceza mekanizmaları ile halkın katılımını sağlayan yapı çatırdıyor.

Fakat bu durumun otomatik olarak bir iktidar değişikliğine yol açacağını beklemek, yani ekonomik krizin muhalefetin işini yapacağını düşünmek, 16 senedir ülkenin başında olan iktidarın kurduğu tahakküm mekanizmalarını ve bu mekanizmaların içinde yaşayan ve parçası olan bireylerin algılarını nasıl etkilediğini hafifsemek, yani aymazlık olacaktır. Oysaki tam da şimdi, bu kırılma noktasında, farklı kesimler arasında rahatsızlık artarken, sınıf çatışmaları derinleşirken, bu rahatsızlıkları ifade etmek, ve rahatsızlıkların ifade edilmesini ve birbirlerini duyabilmesini sağlamak; ekonomik daralma ve bunun getirdiği acılar ile, yıllardır süregiden adalet, hak ve özgürlük daralması ve bunların biriktirmiş olduğu acıları birbirine bağlamak böyle bir iktidar şekli altında oluşan algı ve koordinasyon problemini aşmak için gerekli.

Ülkenin farklı yerlerinde, iktidara karşı farklı mücadeleler içinde olanların yanında durmak, seslerini yaymak ve bu mücadelelerin yan yana durabilmelerini sağlamaya çalışmak önemli. Bu 3. havalimanı inşaatında direnen işçilerin bastırılmasında görüldüğü üzere pek tabii ki iktidarın engellemek isteyeceği bir süreç oldu, olacaktır. İktidar bunu bir yandan söylem düzeyinde ekonomik krizi bir “ekonomik savaşa”, bir milli seferberliğe döndürerek, bir yandan da buna karşı sesini çıkaranları düşman sepetine koyup hem alışılageldik şiddet araçlarını hem de yargıyı kullanarak ezecektir. Bundan kaçış, şu noktada, yok gibi gözüküyor. Fakat ne yazık ki içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasi kör kuyudan da uğraşmadan, dayanışmadan, ve direnmeden bir çıkış yok…

(1) Araştırmalar her ne kadar son dönemlerde gelişmekte olan ülkeleri de içine almış olsa da tarihsel olarak çoğunlukla gelişmiş demokrasiler üzerine. Bu konuda etraflıca bir değerlendirme için Lewis-Beck, Michael ve Stegmaier, Mary. (2000). Economic Determinants of Electoral Outcomes. Annual Review of Political Science, 3. Bu literatürün bir eleştirisi için Anderson, Christopher J. (2007) The End of Economic Voting? Contingency Dilemmas and the Limits of Democratic Accountability. Annual Review of Political Science, 10.

(2) Mesela bakınız: http://t24.com.tr/haber/metropoll-acikladi-vatandasa-gore-dolardaki-artisin-sebebi-ne,630726

(3) Bu konuda çalışan Geddes farklı otoriter rejim tiplerinin ekonomik krizlerden farklı etkilendiğini, özellikle tek parti rejimlerinin ekonomik krizlere karşı daha dayanıklı olduğunu söylüyor. Geddes, Barbara. 1999. What do we know about democratization after twenty years. Annual Review of Political Science, 2.

(4) Bu tabii ki içine rejimin baskı ve ideolojik aygıtlarını, hükmederken bir araya getirmeyi ve tutmayı başardığı toplumsal koalisyonu, bu koalisyonu mümkün kılan ekonomik çerçeve ve emek rejimini, ve muhalefetin gücü ve organizasyon kapasitesini katarak düşünülmesi gereken çok katmanlı bir mesele. Burada çok küçük bir parçasını ele alıyorum.

(5) Diaz-Cayeros, Alberto ve Magaloni, Beatriz ve Weingast, Barry R. (2003) Tragic Brilliance: Equilibrium Party Hegemony in Mexico. SSRN: https://ssrn.com/abstract=1153510.

(6) Diaz-Cayeros, Magaloni ve Weingast Meksika örneğinde ekonominin küreselleşmesi ve bazı bölgelerin Amerika ile artan ticaretinin altını çiziyor.

Kaynak: Gazete Duvar