Dr. Nevra Akdemir: Kadınların krizi derinleşiyor

Dr. Nevra Akdemir: Kadınların krizi derinleşiyor

PAYLAŞ

Osnabrück Üniversitesinden Dr. Nevra Akdemir sorularımızı yanıtladı.

Dolardaki yükseliş ve Türk Lirasının büyük değer kaybetmesi, bir anda daha da yoksullaşan emekçilerin, ama özellikle de kadınların kaygılarını artırdı. Kapılarımıza, mutfağımıza, cüzdanımıza, boğazımıza dayanmış durumda.

İğneden ipliğe her şeye gelen zamlar, ücretlerdeki erime, geçim koşullarını daha da zorlaştırırken, “aynı gemideyiz” söylemiyle patronların krizinin faturası yine emekçilere çıkarılmaya çalışılıyor. Tüm bu gelişmeler, zaten evin her yükünü omuzlayan kadınları nasıl etkiliyor? Çalışan kadınları, haytını sosyal yardımlarla sürdüren kadınları neler bekliyor? Daha da önemlisi ne yapmalı? Almanya’daki Osnabrück Üniversitesinde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan Nevra Akdemir sorularımızı yanıtladı.

Türkiye ekonomisi bu noktaya nasıl geldi? Söylendiği gibi ‘dış güçler’in etkisi mi, yoksa AKP hükümetlerinin ekonomi politikalarının sonucu mu? Yaşanan durumun nedenleri nedir? 
Türkiye 2002’den bu yana temelleri açısından yapısal bazı dönüşümleri içeren birikim rejimiyle yoluna devam ediyordu ve bu birikim rejimi yüksek faiz, düşük döviz endekslerine dayanıyordu. İnşaat ve enerji sektörleri ön plandaydı. 2009 krizinden sonra da Türkiye, özellikle yabancı yatırımcıya yönelik düşük kur, yüksek faiz politikasını devam ettirdi. Emek rejiminin de giderek daha fazla güvencesizleşmesi, esnek çalışma bu süreci hızlandırdı. Yani sermayedarın kâr elde etme potansiyelini yükseltti. Bu süreç 2015’e kadar sürdü. 2015’te ise adına ‘dış güçler’ dedikleri; ABD’nin kendi faizlerini yukarıya çekmesi ile başlayan, küresel düzlemde yeni yeni hissedilen bir kriz dalgasının başlangıcı kabul edildi. Sadece ABD değil, diğer erken kapitalistleşmiş ülkeler de faizlerini yukarı çekmeye başlayınca, doğal olarak uluslararası sermaye yönünü erken kapitalist ülkelere çevirmeye başladı. Dolayısıyla burada Türkiye’nin cari açık ve dış borcuna rağmen ekonomik dinamizmini sürdürebilmesinin ana dinamiği durmuş oldu. 

2016’dan itibaren Türkiye’nin asıl ivmelendiği dinamiklerden biri olan inşaat sektöründe bir yavaşlama meydana geldi. İlk defa konut arzı, konut talebinin üzerine çıktı. Yani üretilen konutların bir kısmı satılamaz hale geldi. Dolayısıyla bu aynı zamanda devletin büyük projeleri ve altyapı inşaatları dışında kalan inşaat faaliyetlerinde yavaşlama ve işsizlikteki yükselişi ivmelendirdi. Sadece devletin kendisinin değil hanehalkı borçlanması da çok yüksek düzeylerde karşımıza çıkmaya başladı. İhracattaki artış da özellikle yerel düzlemde Türkiye’nin temel ihracat bölgelerinde sıcak savaşların olması nedeniyle daraldı.

Yerel sermaye açısından son üç yılda çeşitli nedenlerle önemli değişiklikler meydana geldi. Halihazırda tarikat, aile ve hemşehrilik üzerinden oluşmuş birikim kanalları iktidara yakınlık/ mesafelenme üzerinden açıldı veya kapandı. Dolayısıyla mülkiyet ve sermayenin el değiştirdiği ve merkezileştiği bir dönemi yaşıyoruz aslında. Ayrıca bir süredir devam eden kamuya ait üretken varlıkların satılması da bu kriz olarak isimlendirilen durumun temel nedenlerinden. 

Kamusal hak kapsamındaki hizmetlerin piyasalaşması ve insanların gündelik hayat pratiklerini belirleyen kentsel alanların (mahallelilik, sokak, parklar ve komşuluk ilişkilerinin dönüşümü ile) meta dışı alanların daralması veya dinsel niteliğinin belirginleşmesi hayatımızı etkileyen ve daha fazla borçlanmamıza neden olan oldukça önemli bir dönüşüm. Yanı sıra  özel güvenlik ve militarizm ile ilgili alanlardaki harcamalar ile referandum ve diğer seçim harcamaları devletin harcama kalemlerini çok büyük oranda etkiledi.

Tarımdaki dönüşümlerden de bahsetmek gerekiyor elbette; desteklerin zayıflaması ve tarım alanının güvencesiz hale gelmesi tarımdan geçinenleri geçinemez hale getirerek (büyük oranda Suriyeli mültecilerin tarım işçisi olarak kullanılmasına rağmen) fazla borçlanmayı beraberinde getirdi. İşte bütün bunlar bizim zaten beklediğimiz bir daralma meydana getirdi. Şu an yaşanan süreç bir devam niteliğinde.

GELECEKSİZLİK BÜYÜYOR

Ekonomideki bu gidişat kadınların günlük yaşamını nasıl etkiliyor? Özellikle çalışma yaşamındaki kadınlar açısından… 
Çalışma hayatındaki kadınları homojen bir grup olarak ele almamak gerekiyor. Kadınlar da erkekler de etkilenecek bu durumdan tabii. Kriz ortamında tarihimizde de örneklerini gördüğümüz son derece olumsuz koşullar ortaya çıkacaktır. Fakat kadınların erkeklerden farklı olarak işgücü piyasasındaki rolleri ev içi rollerden kaynaklı olarak biraz daha ‘eğretidir’ ne yazık ki. Bu açıdan kadınların nasıl etkileneceğini ayrıca incelemek önemli. Çünkü kadın doğalmışçasına sunulan görevleri olarak evdeki işlerin, ev ve hanehalkı bakımının sürdürülmesini önünde bulur. Kadınlar ancak öncelikle bu işleri mükemmel gerçekleştirebildikleri veya bir başka kadına devredebildikleri ölçüde iş gücü piyasasında yer bulabilir. Ne kadar eğitimli, ne kadar nitelikli de olsa dünyanın her yerinde geçerli olan maalesef bu. Türkiye gibi ülkelerde ise çok daha baskın bir eğilim. İşte böylesi tıkanmışlık döneminde kadınlar, işsizlik veya hane gelirlerinin düşmesi nedeniyle ev ve hanehalkı bakımını başkasına devredemez duruma gelirlerse doğal olarak ev içi işlere, karşılığı ödenmeyen işlere çekilmek durumunda kalacaktır.

İkinci bir kategori ise; kriz döneminde çok yaygın bir söylem olan kadınların daha fazla işten çıkarılması. Ama bu her sektörde böyle değil. Çünkü bazen iş gücü piyasasındaki örgütlülüğün gücünü kırmak (çünkü kadınların sendikalaşmasının önünde erkeklere göre çok daha farklı engeller var), aynı zamanda işgücü maliyetlerini düşürmek için kadınların çalışmasını daha fazla tercih edebilirler. Bu, dolayısıyla daha güvencesiz bir çalışmayı beraberinde getirebiliyor.

Biraz açacak olursak; kadının istihdamda yaklaşık kalma süresi 17-18 yılken, erkeklerin kalma süresi yaklaşık 38-40 yıl. Kadınların önemli bir kısmı sürekli olarak istihdamda kalamadığı için emeklilik hakkı elde edemiyor anlamına geliyor bu veri. Kadınlar bakım yükleri nedeniyle esnek çalışmaya daha kolay çekilebiliyor; part time iş, çağrı üzerine gerçekleşen işler, ev eksenli çalışma, fason çalışma, evden çalışma, telefonla çalışma gibi işlerde kadınlar çok daha aktif bir biçimde çalışabiliyor. Sigorta ve benzeri ödenekleri de erkekler üzerinden olduğu için sigortasız çalışmayı, asgari ücretin altında çalışmaya kabul edebiliyor.

Tüm bunlarla birlikte kadınlar kendi yaptıkları işe bağlı olarak görevleri olmayan pek çok işi yapabiliyor; temizlik, çay yapma, telefona bakma, misafir karşılama, işyerindeki erkeklerin psikolojilerinden kaynaklanan krizlerin yönetilmesi, gelen müşterinin sakinleştirilmesi gibi şeyler… Ayrıca kadınlar ve erkekler arasında zaten bir ücret eşitsizliği var, bazı işlerde kadınların tercih edilmesi bu nedenle de olabiliyor. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç ise geleceksizlik kadınlar açısından çok daha fazla karşımıza çıkıyor.

Türk Lirası dolar karşısında değer kaybettikçe bunun özellikle mutfağa yansıması ağır oluyor. Bu sonucun kadınların günlük yaşamına yansıması nasıl oluyor? 
En temel gıda maddelerine yapılan zam doğrudan kadınları etkiliyor. Şu an sizin haberlerinizden de takip ediyorum ki biraz daha az miktarlarda bu gıdalar alınmaya başlandı. Dünyadaki örneklerinden de gördüğümüz gibi resesyon dönemlerinde gıda ihtiyacını daha fazla karbonhidrat içeren nispeten ucuz ve doyurucu gıdalarla karşılayacak insanlar. Yani daha fazla un demek oluyor bu. Ayrıca dışarıdan alınamayan maddelerin evde üretilmesi ve tamiratı da kadınların zaten içinde bulundukları zaman yoksulluğunu daha da derinleştirecek. Evdeki işlere ayrılan zamanın fazlalaşması anlamına geliyor bu durum. Kadınlar zaten yaklaşık 6-7 saatini günlük olarak ev ve hanehalkı bakımına harcıyor. Bu yaklaşık olarak günlük ücretli çalışma süresine denk bir zaman. Ücretli bir işte çalışan kadın için dinlenmeye veya kendini geliştirmeye yönelik zamanının kalmayacağını görebiliyoruz buradan.

Gıda dışında doğalgaz da kadınlar için önemli, kış gelmedi henüz ama ısınma çok önemli bir mevzu. Bir diğeri okul masraflarının, eğitim masraflarının artmış olması. Henüz okullar başlamadı ama servis anlaşmaları yapılıyordur şu an. Hepsi hem erkekleri hem kadınları ilgilendiriyor ama kadınlar bunlar üzerine daha çok düşünüyor. Çocuğunun taktığı çantadan giydiği kıyafete kadar daha çok ilgilenen kadınlar oluyor. Henüz yaz olması minimum bir faaliyette yaşayabilmemizi sağlıyor ama kış dönemi yansımaları çıkacak.

Hasta, yaşlı, engelli, çocuk bakımı gibi işleri üstlendikleri için aldıkları ‘sosyal yardımlar’la geçinmeye çalışan çok sayıda kadın var. Bu süreç yardımların kesilmesi, düşürülmesi gibi sonuçlara yol açabilir mi? 
İstihdam ve sosyal yardım birbirinin karşısına konmuş iki alan. AKP döneminde getirilen değişiklerden biri de sosyal yardımların ücretli işte çalışma nedeniyle kesilmesi olmuştu. Tabi insanlar hesap yapıyor; çalışma nedeniyle mi gelecekleri daha fazla güvence altında olacak veya çalışmadıkları durumda mı daha fazla sağlık ve benzerleri haklardan yararlanacaklar? Çalıştıkları süreçte sosyal haklarından, sosyal hizmetten vazgeçmeleri gerekiyorsa sigortasız çalışmayı tercih edebiliyorlar ki hem sosyal yardım alsınlar hem de çalışıp gelir elde edebilsinler. Bu da ekstra bir yükü beraberinde getirebiliyor; sosyal desteklerden mahrum kalmak veya emekli olamamak, kadının kendisine şiddet uygulayan erkeğe ekonomik olarak bağımlılığını artırıyor. Kriz dönemlerinde sosyal transferlerin bir kısmı kesilir veya enflasyon karşısında artırılmayarak reel olarak azalması sağlanır. Bu ihtimal hep var. Ancak kadınların durumu bu kapsamda ödenen paralardan ziyade alınan hizmetin niteliksizleşmesi veya paralı hale gelmesinden daha çok etkilenir.

ŞİDDETİN ARTIŞI KRİZLE DEĞİL MUHALİF OLANA BASKIYLA İLGİLİ

Kriz dönemleriyle kadın yönelik şiddetin artışı arasında nasıl bir bağ var? Gündelik hayatın stresindeki artışın erkek şiddetini tetiklediği önermesine ne diyorsunuz? 
Kadınlar da erkekler kadar o stresi yaşıyor. Hatta işten çıkarılma kaygısını çok daha fazla yaşıyor. Kadınlar da erkekler kadar patron baskısına maruz kalıyor. Fakat kadın çok stresliyim diye erkeği dövmüyor ya da öldürmeye çalışmıyor. Erkek şiddetinin en önemli nedenlerinden biri erkeğin bunu yaptığı noktada cezasız kalması. Erkek şiddeti, devlet şiddeti, doğanın yok edilmesi ve muhafazakârlık birbirini besleyen unsurlar. Biz şiddeti sadece evlerde görmüyoruz; işyerinde iş cinayetleri, haberlerde ırkçı söylemler, dizilerde tecavüz ve şiddetin normalleştirilmesi, sokakta giderek artan kadınların kıyafetlerini bahane eden şiddet, bilfiil eleştirilerin hakaret sayılması nedeniyle cezaevinde sayıları giderek artan muhalifler, betonlaştırılan yeşil alanlar, hayvanlara yönelik tecavüzler ve açıkça hakikatin iktidarın işine yaradığı biçimde değiştirilmesi veya gizlenmesi gibi çok çeşitli şekillerde yaşıyoruz. Şiddet uygulayanlara değil şiddet görenlere ceza verildiği ve hakaret edildiği bir dönemdeyiz.

Erkekler ne yazık ki daha fazla cezasız kaldıkça, pek çok meselede -çocuk istismarı (küçük yaştaki kız çocuklarının evlendirilmesi de dahil), hayvan istismarı gibi- cezasızlık bir hukuk normu haline geldikçe, erkekler de sadece yapabiliyor oldukları için, kadınlara şiddet uygulamaya, çocukları istismar etmeye, hayvanlara şiddet uygulamaya devam edecekler. Muhafazakârlık bazı ahlak normları içerisinde toplumun kontrolünü, iktidara biat etmesini, muhalif unsurlara karşı sağlıyor.

Ekonomik kriz ile bunu bağlayacak olursak ekonomik krizde çok daha fazla emek gücü üzerinde sermayedar baskısını görürüz. Çünkü sermayedara göre kâr olanakları daraldıkça işgücü maliyetlerini topyekün düşürme ihtiyacı ortaya çıkar, hem de devletin kolluk gücü, hapisaneleri ve medya gücü ile birlikte mümkün olur bu durum. Dolayısıyla her kriz döneminde şiddetin artmasının nedeni aslında muhalif seslerin bastırılmasının varyasyonları olur. Hem muhafazakârlık ile kurulan toplumsal baskı hem de devletin militarist aygıtları ile beraber getirdiği bir şiddetin hane içindeki yansıması olduğunu düşünüyorum tüm bu süreçlerin.

‘BİRBİRİMİZLE DAYANIŞMAK ZORUNDAYIZ’

Genellikle böylesi dönemlerde ortaya çıkan ücret ve hak kayıplarına, anti demokratik uygulamalara karşı sendikalar, kitle örgütleri, kadın örgütleri ne yapmalı, hangi talepleri ön plana çıkarmalı?

Ne yapılmalı?” sorusuna tam olarak açıkçası benim bir reçetem, çözümüm yok. Çünkü çok zor bir dönem ve siyasetin dili sona erdi. Çok daha zayıflamış ve daralmış bir politik alan var şu an. Politika derken sadece Meclisteki, meydanlardaki politikadan bahsetmiyorum. Gündelik hayata dair yaptığımız tüm müdahalelerden de bahsediyorum. Dolayısıyla “aynı gemideyiz” söylemi içerisinde “Biz aynı gemide falan değiliz” ya da “Aynı gemideyiz ama sizin filikalarınız var, bizim yok” gibi söylemler de çok doğru gelmiyor.

Bizler için kriz demek çok daha fazla baskı altına alınmamız demek. Bazı yazılarda “bir krizle geldiler yine bir krizle gidecekler” gibi şeyler okuyorum. Hayır bir krizle gitmeyecekler. Krizler, egemenin iktidarını güçlendirir her zaman. Biz bir şey yaparsak, gerçek siyaset adacıklarından büyüyen bir alan yaratırsak bu gerçekleşir. Dolayısıyla sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, kadın örgütlerinin tek başına yapabileceği hiçbir şey yok ortada. Topyekûn bir siyasal mücadelenin birer unsuru haline geldikleri sürece bir şey yapılabilir geliyor bana. Hangi sınıfa ait olduğunu açıkça fark etmek, gerçekten artık bıçağın kemiğe dayandığını görerek, kaybedecek bir şeyin olmadığının farkına vararak mücadeleye kendini adamakla gerçekleşecek gibi görünüyor. Benim en fazla bildiğim şey, birbirimizle dayanışmak zorundayız. Ve bu dayanışmayı gerçek bir hayat inşa eden noktadan yapabilirsek; işsizliğe, açlık riskine, şiddete rağmen koruyabilecek kadar birbirimize yakın durursak bunun kendisi bir politikadır. Bu açıdan sendikaların özellikle aynı kadın hareketi gibi bakması gereken yerlerden bir tanesi işyerindeki sorunların yanı sıra işçilerin kendi evlerinde ve kendi gerçek hayatlarında birbirleriyle ne kadar yakın oldukları, sendikaya ne kadar güvendikleri, sendikanın herhangi bir işsizlik durumunda gerçekten kendi işçilerine “bir minimum hayat” sağlayıp sağlayamayacağı… Bunun imkânlarının doğup doğmadığı belli olmalı ki mücadele güçlü gerçekleşsin.

Kaynak: Elif Ekin Saltık – Evrensel